Hayatı
Asıl adı Sinâneddin Yûsuf’tur. Doğum tarihi hakkında kaynaklarda 841/1437 ve 844/1440 gibi farklı tarihler bulunur. Aynı şekilde doğum yeri için Sivrihisar, Bursa ve İstanbul şehirlerinden söz edilir. Mecdî ve Faik Reşad doğum tarihini 16 Recep 844 (11 Aralık 1940) olarak belirtmiştir. Babası vefat ettiğinde (863/1459) Sinan Paşa’nın yirmi yaş civarında olduğuna bakılırsa bu tarih doğru kabul edilebilir. Babasının 850/1446-47 yılında Bursa’da bulunmasından hareketle kesin olmamakla birlikte Bursa’da doğduğu tahmin edilmektedir. Sinan Paşa anne ve baba tarafından ilmiye mensubu bir ailenin çocuğudur. Nesebi baba tarafından Nasreddin Hoca’ya dayanır. Babası Sivrihisar kadısı Celâleddin Efendi’nin oğlu Hızır Bey’dir. Devrinde “ilim dağarcığı” lakabıyla anılan Hızır Bey, İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul kadılığı görevine tayin edilmiştir. Annesi II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed devri âlimlerinden Molla Yegân’ın kızıdır. Molla Yegân aynı zamanda babası Hızır Bey’in hocasıdır. Kardeşi Ahmed Paşa (ö. 925/1510) Bursa müftüsü, diğer kardeşi Yakûb Paşa (ö.891/1486) Bursa kadısı olmakla beraber âlim ve fazıl kimselerdir.
Anne ve baba tarafından âlimlerin mensubu olduğu bir aile ve çevrede büyümesi, Sinan Paşa’nın yetişmesine önemli katkı sağladı. İlk eğitimini dedesi ve babasından aldığı tahmin edilen Sinan Paşa, küçük yaşlardan itibaren ilim meclislerinde bulunma fırsatı yakaladı ve devrinin hatırı sayılır âlimlerinden ders aldı. Babası İstanbul’a geldiğinde 13-14 yaşlarında olan Sinan Paşa burada katıldığı ilmî ilmî toplantılarda Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Molla Kırımî, Kestelî, Hoca-zâde gibi bilginlerle temas imkânı buldu. Kaynakların belirttiğine göre henüz büluğ çağına ermeden minberde vaaz vererek halkı irşad etmeye başladı. Hitabeti kuvvetli, zekâsı ve idrak kabiliyeti ileri düzeydeydi. Tabiatındaki öğrenme iştiyakı neticesinde yirmili yaşlara varmadan geniş bir bilgiye sahip olarak âlim vasfı kazandı. Babasının vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed tarafından önce Edirne’de bir medreseye daha sonra Dârülhadis Medresesi’ne müderris olarak görevlendirildi. Çok geçmeden zekâsı, ilmi ve kabiliyetiyle Fatih’in takdirini kazanarak “hâce-i sultânî” (sultan hocası) pâyesine erişti ve Sahn müderrisliğine getirildi. Kanunnâme’de padişah hocalarının şeyhülislâmla aynı mertebede kabul edilmesi ve padişahın bayramlarda hocası ile ayağa kalkarak tebrikleşmesi hükmünce Fatih Sultan Mehmed nezdinde son derece itibar ve hürmet gördüğü anlaşılmaktadır. Fatih, görüş ve fikirlerinden devlet yönetiminde de istifade etmek üzere 875/1470-71’de kendisine vezirlik rütbesi verdi. Bu görevinden dolayı “Paşa” unvanı alarak “Hoca Paşa” ismiyle anılmaya başladı. Gedik Ahmed Paşa’nın veziriazamlık görevinden alınması üzerine ise 881/1476 yılında veziriazamlık görevine getirildi. Ne var ki Sinan Paşa’nın vezirlik görevi uzun sürmedi. Aynı yıl padişahla aralarında çıkan bir anlaşmazlık nedeniyle görevinden azledildi (881/1476-77). Sinan Paşa’nın azline sebep olan olaya dair kaynaklarda açık bir bilgi bulunmamakla beraber elde ettiği itibarı kıskanmak suretiyle kendisini çekemeyenlerin onu padişahın gözünden düşürdükleri tahmin edilmektedir.
Sinan Paşa azledildikten sonra hapsedildi. Dönemin âlimleri bir araya gelip sultana Sinan Paşa’nın affedilerek hapisten çıkarılması talebinde bulundular ve bu yapılmadığı takdirde yazmış oldukları bütün kitapları yakarak Osmanlı ülkesini terk edeceklerini bildirdiler. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed, Sinan Paşa’yı hapisten çıkarıp kadılık ve müderrislik göreviyle Sivrihisar’a gönderdi. Yakını olan herkesi de aynı şekilde çeşitli görevlerle İstanbul’dan uzaklaştırdı. Öfkesi bu kadarla dinmemiş olmalı ki Sivrihisar’a gitmekte olan Sinan Paşa’nın ardından bir tabip göndererek akıl hastalarına uygun şekilde muamele edilmesini (mecânîne münâsib tedbîrât) emretti. İznik’te kendisine yetişen tabip, Sinan Paşa’yı tekrar hapsederek ayaklarına günde elli değnek vurdurdu ve zararlı şerbetler içirdi. Bundan haberdar olan İznik’teki âlimlerden Molla Hüsâmeddin, Fatih Sultan Mehmed’e mektup göndererek bu uygulamadan vazgeçilmesini istedi ve böylece Sinan Paşa hapisten çıkarılarak Sivrihisar’a gitti; Fatih’in vefatına kadar orada kaldı. Öğrencisi Molla Lütfî (ö. 900/1495) de ardından giderek Sivrihisar’da kaldığı süre içinde hocasını yalnız bırakmadı. Şakayık’ta muîdi Sarıgörez Nûreddin Efendi’nin de beraberinde Sivrihisar’a gittiği kayıtlıdır.
II. Bâyezid’in tahta çıkmasıyla (886/1481) birlikte tekrar İstanbul’a dönerek vezirlik görevi kendisine iade edildi ve Edirne Darülhadis Medresesi’ne günlük yüz akçe ile müderris olarak tayin edildi. Bu vakitten itibaren daha ziyade eser telifiyle meşgul oldu ve Türkçe eserlerinin tamamını II. Bâyezid döneminde kaleme aldı. Mecdî, 888/1483-84’te Sinan Paşa’ya Gelibolu beyliği görevi verildiğini belirtir.
Ölüm tarihi Tâcî-zâde Sa’dî Çelebi’nin Münşeat’ındaki ebcedli tarihin teyidiyle 891/1486’dır. Vefat ettiği yer olarak Mecdî İstanbul’u, Hoca Sadeddin ve Kâtip Çelebi Edirne’yi gösterir. Ancak mezarının bazı kaynaklara göre Eyüp’te olduğuna dair bilgilerden hareketle İstanbul’da vefat ettiği düşünülmektedir. Mertol Tulum mezarlıklar tasnif komisyonu üyesiyle kırk yıl kadar önce gerçekleştirdiği görüşmeden mezar taşının koruma altına alındığını, ancak bugün nerede olduğunun bilinmediği bilgisini verir (2011, s. 25). Yine Tulum, Paşa’nın Edirne’de vefat etmekle birlikte cesedini II. Bâyezid’in İstanbul’a getirtmiş olması ihtimalini de göz ardı etmemek gerektiğini belirtir (2011, s. 23). Dünya malına değer vermeyen, cömert ve derviş meşrep bir kişiliği olan Sinan Paşa’nın öldüğünde cenazesini yıkamak için evinde su ısıtacak odun parası bulunmadığı rivayet edilir.
Fatih Sultan Mehmed dönemi kazaskerlerinden İbn Küpeli diye bilinen Muhyiddin Mehmed Efendi’nin kız kardeşiyle evlenen Sinan Paşa’nın Ahmed ve Mehmed Çelebi adında iki oğlu ve bir kızı olmuştur. Oğlu Mehmed Çelebi Mahmud Paşa Medresesi’nde müderrislik ve birkaç yerde kadılık görevi yaptıktan sonra genç yaşta vefat etmiştir. Kızının oğlu olan Derviş Mehmed de âlim bir kimsedir.
Öğretisi
Sinan Paşa klâsik kaynaklara göre aklî ve naklî ilimlere bütünüyle vakıf, geniş ilmi, keskin zekâsı, güçlü hafızası ve yüksek idrak kabiliyetiyle devrinde eşsiz ve herkesçe bilinen bir kimseydi. Onun, Fatih Sultan Mehmed döneminin en etkin bilginlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Fatih’in kendisine reva gördüğü cezaya devrin âlimlerinin bir araya toplanıp karşı çıkması ve bir nevi protesto hareketinde bulunması bu anlamda dikkate değerdir. Bilginler yetiştiren bir aile ve çevrenin kendisine sunduğu imkânları sahip olduğu zekâ, muhakeme gücü ve öğrenme iştiyakı sayesinde en iyi şekilde değerlendirmiştir. İlme verdiği değerle bilinen Fatih Sultan Mehmed, dönemin büyük bilginlerini Osmanlı topraklarına getirtmiş, onların ilmî münazaralarla karşı karşıya gelmesi için meclisler tertiplemeyi önemsemiştir. Bu meclislerde Sinan Paşa da bulunuyordu. Fatih, kendi daveti ile İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’dan ders alması için Sinan Paşa’yı teşvik etti. Sinan Paşa öğrencisi Molla Lutfî’den Ali Kuşçu’nun derslerine devam etmesini istedi ve Molla Lutfî’nin derslerde öğrendiklerini kendisine aktarması suretiyle riyazî ilimlerdeki bilgisini geliştirdi. Fatih’in bulunduğu bir mecliste Ali Kuşçu’nun ortaya attığı bir hendese (geometri) problemine cevap niteliğinde bir risâlesi vardır.
Sinan Paşa’nın yaradılışında felsefeye karşı güçlü bir eğilim vardı. Yunan filozoflarıyla İslam düşünürlerinin eserlerini okuyup inceledi ve gençlik yıllarında şüpheci bir tavrı benimsedi. Varlık ve eşyanın iç yüzünü araştıran, bilinenleri sorgulayan ve görünenin ardındakini merak eden Sinan Paşa, varlığı anlama ve anlamlandırmada duyuların insanı yanıltabileceğini düşünüyordu. Bu şüpheci tavrın zaman zaman babasını da öfkelendirdiği bilinmektedir. Bir gün birlikte yemek yedikleri sırada babasının “Sen şüphede öyle bir dereceye geldin ki bu ortada duran bakır tabaktan bile şüphe edersin.” demesi üzerine, duyuların yanıltıcı olması ihtimaline karşılık sofradaki tasın gerçekten bakırdan olup olmadığından şüphe etmenin yerinde olacağını söylemiş ve babası hiddetlenerek bakır tabağı alıp başına vurmuştur. Derin bilgisi, yüksek zekâsı ve yaradılışındaki bu şüphecilik ve sorgulama eğilimiyle ruhunda oluşan çalkantıları ilerleyen yaşlarda tasavvufa meyledip Şeyh Vefâ’ya intisap ederek dindirmiştir. Şeyh ibn Vefâ Zeyniyye tarikatının Vefâiyye kolunun kurucusu olup dönemin birçok devlet adamı, âlimi ve sanatkârı onun müridi idi. Şeyh ibn Vefâ etrafında toplanan âlimler daha ziyade Sinan Paşa, Molla Lutfî, Hoca-zâde, Zenbilli Ali Efendi gibi tartışmayı ve tenkidi seven, görüş ve tutumlarında katı olmayan kimselerdi. Karamanî Mehmed Paşa, Hatib-zâde, Ahaveyn ve Efdal-zâde gibi mutaassıp, katı görüşlü ve tasavvuf karşıtı kimseler ikinci grubu oluşturuyordu. Bu ikinci grup Şeyh Vefâ’ya intisap edenleri inanç yolundan sapmakla suçluyorlardı. Sinan Paşa’nın gözden düşürülüp sürgün edilmesi ve çeşitli eziyetler çektirilmesinde onun Şeyh Vefâ etrafında toplanan serbest fikirli âlimlerden biri olmasıyla kendisini kıskananların ithamlarına uğramasının etkisi olabilir. Öte yandan Mertol Tulum, Maârif-nâme adlı eserindeki bazı ifadelerden yola çıkarak Sinan Paşa’nın sultanla önemli bir konuda çekişme yaşadığını, dolayısıyla da sözünü esirgemeyip doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen bir kişiliği olduğundan böylesi bir cezaya uğradığını belirtir (2017, s. 19).
Sinan Paşa ilmî tartışma ve münazaralarda fikir yarıştırma ve ikna kabiliyeti ile üstünlük sağlayıp karşı tarafı susturma konusunda benzersizdi. Şeyh Vefâ’nın namazda besmeleyi açıktan okumak ve iki secde arasını uzun tutmak gibi Hanefî mezhebine aykırı eylemlerde bulunduğu iddiasıyla dönemin şeyhülislamı Molla Gürânî, ulema ve ileri gelen kimseleri toplayıp onu sorguya çekmek ve bu yaptığından men etmek istediğinde Sinan Paşa, Şeyh Vefâ’nın sahip olduğu özellikleri sıralayarak müctehid seviyesinde bir âlim olduğunu ortaya koymuş ve Molla Gürânî’yi bundan vazgeçirmiştir. Kendilerini söz söyleyemeyecek durumda bırakan bu karşı konulmaz savunma girişimi üzerine Molla Gürânî’nin, ulemaya “Bir insanın böyle şahidi olursa, ona itiraz etmek boşunadır, kalkın gidelim!” demesi Sinan Paşa’nın âlimler nezdindeki saygınlığını ve etkisini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Sinan Paşa akla son derece önem veren bir âlimdir. Ancak aklın kişiyi hataya düşürebileceğinin ve aklın açıklayamayacağı bazı gerçekler bulunduğunun ve bilhassa Allah’ın zât ve sıfatlarını anlamadaki acizliğinin farkındadır. Tazarru’-nâme adlı eserinde aklı her fırsatta övüp yüceltmenin yanında sınırlarını da çizdiği görülür. Sinan Paşa’ya göre akıl kemâle ermede ilk basamak ve vazgeçilmez bir unsur olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Kâmil insanlar Allah’ın birliği makamına ve gayb âlemlerine akıl dairesinden çıkarak erişirler. Bu noktada insanın akıl mertebesinden geçip mücerredât makamına varamayacağı görüşünü savunarak kâmil insanların makamlarının yalnızca akıl ile varılandan ibaret olduğunu zanneden filozoflarla (hükemâ) farklı fikirdedir. Sinan Paşa’ya göre bu, onların bakış açısı ve fikirlerinin eksikliğinden kaynaklanır. Akıl ve insanın manevi yönünü temsil eden ruh arasında kopmaz bir irtibat vardır.
Akıl, ruh çocuğunun beslenip gelişmesine yardım edecek kutsî bir arkadaştır. Ruh çocuğunun beslenip büyümesi, kemâle ermesi ve koptuğu vatanına zarar görmeden dönebilmesi için aklı kendisine arkadaş ve önder olarak seçmelidir. İnsanın manevî yükselişinde aklın önemi büyüktür. Ancak akıl, kalp ve ruh birbirini tamamlayarak insanın kemâlât yolunda ilerlemesini sağlayacaktır. Vehim ise vesveselerle aklı yanlış yönlendirip yenik düşürebilecek ve akla zarar verebilecek bir kuvvedir. Sinan Paşa’nın bu görüşleri hakikate ulaşmada akla ve aklî ilimlere ihtiyaç olduğu kadar dinî ilimlere ve tasavvufa önem vermek gerektiğine işaret eder. Bu anlayış, bir yandan kelam ile irfanî çizgiyi, tasavvuf ile naklî ve aklî ilimleri tam bir uyum içinde bütünleştiren Molla Fenârî düşünce sistemini hatırlatır. Nitekim Sinan Paşa Osmanlı düşüncesi ve medrese eğitimini şekillendirmede önemli tesirleri olan bu ekolün mensuplarındandır.
Âlimliğinin yanı sıra Sinan Paşa, Türk edebiyatında nesir sahasında çığır açmış, üslup oluşturmuş bir münşidir. Secilerle süslü sanatlı bir söyleyişe sahip Türkçe eserleri parlak nesir örnekleridir. Kınalızâde Hasan Çelebi, onun Tazarru’-nâme adlı eserinin genç, yaşlı herkes arasında meşhur olduğunu ve tarzında tek ve benzersiz bir eser olmakla taklit edilmesinin mümkün olmadığını belirtir. Gerçekten de son dönemlere kadar Tazarru’-nâme benzeri bir eser yazılamamış ve bu eser süslü nesir tarzının şaheseri olarak Türk edebiyatındaki yerini almıştır. Münacat ve yakarış üslubuyla yazılmış olan eser, basit bir münacat kitabı olmayıp Sinan Paşa’nın dünya görüşü, felsefî ve tasavvufî fikirlerini en güzel biçimde aktaran bir eserdir. Eserde pek çok tasavvufî kavrama açılım getirilmiş, insanın dünyaya gelişi, mahiyeti, varlığının amacı başta olmak üzere, akıl, gönül, ruh ve aşk konularında açıklayıcı fikirler beyan edilmiş; bilhassa ilahî aşk konusu her yönüyle ve etraflıca işlenmiştir. Bir diğer Türkçe eseri Maârif-nâme bir ahlak ve nasihat kitabı olup dünyanın geçiciliği, nefsin hileleri, iyi ahlak, hikmet, akl-ı ma’âş, akl-ı me’âd gibi konulardan bahseder. Eserde Sinan Paşa bazen dervişlerin ve âşıkların dilinden konuştuğunu, bazen âriflerin ve zahitlerin makamından haberler verdiğini söyler. Her iki eser de ilhama dayalı eserler olup Sinan Paşa his ve duygularının kendisini sevk ettiği şekilde içinden geldikçe yazmış ve ruh dünyasını bu eserlerinde bütün samimiyetiyle ortaya koymuştur.
Bu eserler Sinan Paşa’nın güçlü inşâ kabiliyetinin somut belgesi olmanın yanında satır aralarında aklî ve naklî ilimlerdeki bilgisini ve tasavvufî derinliğini gözler önüne serer. Eserlerinde pek çok konu, kavram ve nesne ile ilgili ürettiği fikirler ve yapmış olduğu değerlendirmeler üzerinden onun tabiatının genel eğilimi olan tartışma, akıl yürütme, fikir yarıştırma gibi zihnî faaliyetlerinin izini sürmek mümkündür. Bu anlamda Türkçe eserlerinin
Sinan Paşa’nın düşünce adamı ve mütefekkir olma yönünü öne çıkardığını söylemek gerekir. Bununla beraber Sinan Paşa’nın âlim tarafı daha ziyade Arapça eserlerinde kendisini gösterir. Risâle, hâşiye, talikât türünde yazılmış olan Arapça eserlerinin konusu astronomi, geometri, fizik, kelâm, fıkıh, tefsir gibi geniş bir yelpazeye yayılır. Eserleri büyük bilginlerin Osmanlı medreselerinde okutulan temel eserlerine yazılmış hâşiyeler, çeşitli konularda ortaya atılmış problemlerin çözümü ve bazı âlimlere birtakım ilmî meseleler hususunda verilen cevaplar niteliğindedir. Seyyid Şerif Cürcânî’nin Şerhu’l-Mevâkıf’ı ile Kadızâde’nin Şerhü’l-Mülahhas’ına yazdığı hâşiyeler, Ali Kuşçu, Kestelî, Kastalânî gibi âlimlerin bazı görüşlerine yazdığı cevaplar onun bu âlimlerle birlikte söz konusu alanlarda söz söyleyebilecek yetkinlikte biri olduğunu göstermektedir.
Öne Çıkan Eserleri
-
Tazarru’-nâme: Tazarru’-nâme: Yakarışlar Kitabı, haz. Mertol Tulum, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2014.
-
Ma’ârif-nâme: Maârif-nâme: Özlü Sözler ve Öğütler Kitabı, haz. Mertol Tulum, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara 2013.
-
Tezkiretü’l-Evliyâ: haz. Emine Gürsoy Naskali, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1987.
-
Hâşiye ‘alâ Şerhi’l-Mülahhas: Süleymaniye Ktp., Carullah, nr. 1465/1. (Çağmînî’nin el-Mülahhas fi’l-Hey’e adlı eserine Kadı-zâde-i Rûmî’nin yazdığı şerhin hâşiyesidir).
-
Risâle mine’l-Hendese (Risâle fi’z-Zâviyeti’l-Hâdde izâ Füridat Hareketü Ehadi Dıl’ayhâ Tahsilü Zâviye Münferice): İhsan Fazlıoğlu, “Ali Kuşçu’nun Bir Hendese Problemi ve Sinan Paşa’ya Nisbet Edilen Cevabı”, Dîvân İlmî Araştırmalar Dergisi, sy. 1 (1996), s. 85-105.
-
Hâşiye ʿalâ Şerhi’l-Mevâkıf: Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 734. (Adudüddin el-Îcî’nin el-Mevâkıf adlı kelama dair eserine Seyyid Şerif Cürcânî’nin yaptığı şerhin cevâhir bahsine hâşiyesidir.)
-
Burhâneddin el-Merginânî’nin el-Hidâye’sinin Taharet Bahsine Dair Risâle.
-
Beyzâvî Tefsiri’ne Hâşiye, Nuruosmaniye Ktp., nr. 500.
-
Hâşiye ‘alâ Sadri’ş-Şerî’a ‘ale’l-Vikâye Süleymaniye Ktp., Fatih, nr. 5384-2, vr. 10-19. (Sadrü’ş-Şerî’a’nın Vikâye adlı eseri üzerine hâşiyedir.)
-
Risâle fî Cevâbi Kestelî ʿAmmâ İsteşkelehû min Şerhi’l-Mevâkıf: Süheybe Rahme Yıdırım, Kestelî'nin es-Seb‘u’l-Mu‘allaka ve Sinan Paşa’nın Ecvibetü Sinan Paşa ‘ala Kestelî İsimli Risâleleri: Tahkik, Tercüme ve Tahlil, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi, İstanbul 2020.
-
Ecvibe ʿan İʿtirâzâti’l-Kastallânî fi’l-Cüzʾilleẕî lâ Yetecezzâ: Hasan Hüsnü Paşa, nr. 600, vr. 91b. (Bölünmeyen en küçük parça [atom] konusunda Kastalânî’nin itirazına cevaptır.)
-
Seyyid Şerif Cürcânî’nin Cihet Konusunda Getirdiği Güçlüğe Cevap: Hasan Hüsnü Paşa, nr. 600, vr. 92a-92b.
-
Ta’likât ‘alâ Hâşiyeti’t-Tecrîd li’s-Seyyidi’ş-Şerîf: Hacı Beşir Ağa, nr. 199-41, vr. 67-69. (Seyyid Şerîf’in Tecrid Hâşiyesi üzerine notlardan oluşmaktadır.)
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu