Hayatı
Şeyh Müfîd, 338/949-50 yılında Bağdat ile Musul arasında yer alan Ukberâ’da dünyaya geldi. Babası müderrislik yaptığı için İbnü’l-Mualllim diye de anılmıştır. Temel dini eğitimini Ukberâ’da babasından alan Müfîd henüz çocukken babasıyla birlikte Bağdat’a gitti. Bağdat’ta öncelikle Ebu Abdullah Hüseyn b. Ali’nin yanında kıraat ilmini tahsil etti. Hadis, kelam ve fıkıh gibi çeşitli ilim dallarında devrin önemli ilim adamlarından ders aldı. Bir hocasının delaletiyle dönemin meşhur mutezilî kelamcısı Ali b. İsa er-Rummânî’nin derslerine devam etti. Rummânî, talebesi Müfîd ile giriştiği tartışmalarda onun üstün ifade kabiliyetini beğenmiş ve ona “Müfîd” lakabını vermiştir.
Büveyhî Emîri Adudüddevle’nin kendisine sağladığı malî imkânlarla masraflarını karşıladığı birçok öğrenci yetiştirdi. İmâmiyye’nin üstünlüğünü ortaya koymak için gerek reddiye, gerekse kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplardan oluşan risale formatında eserler kaleme aldı.
Siyasi iktidarla arasının iyi olmasından olsa gerek Mehdî’nin zuhurundan önce tesis edilen devletlerin meşrû olmadığı yönünde Şîa’da hakim olan düşünceye karşı çıktı ve ileri sürdüğü bazı şartların yerine gelmesi halinde siyasi iktidarla iş birliği yapılabileceğini savundu. Onun bu yaklaşımı, Şiîler ile o dönemde iktidarı elinde tutan Şiî Büveyhîler’in yakınlaşması adına olumlu bir hamle oldu. Şeyh Müfîd 398/1008 yılında, Sünnî ve Şiî kesim arasında meydana gelen kargaşadan sorumlu tutularak sürgüne gönderildi. 413/1022 yılında Bağdat’ta vefat eden Şeyh Müfîd, önce evine defnedildi, sonra naaşı Kâzımiye’ye nakledilerek İmam Muhammed el-Cevâd’ın kabrinin yakınına defnedildi.
Öğretisi
Şeyh Müfîd, İmâmiyye mezhebinde rivayete dayalı olarak geliştirilen inanç ve fıkıh anlayışını, Bağdat Mu‘tezilesi’nden de etkilenerek rasyonel düşünceye dayalı kelam ve fıkıh sistemine dönüştüren en önemli isimlerinden biridir. Onun başlattığı bu çığır, talebeleri Şerif el-Murtazâ ve Ebû Ca‘fer et-Tûsî tarafından daha da geliştirilmiş ve Usûlî ekol adıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Onun mezhep içerisinde meydana getirdiği en büyük dönüşüm kelam sahasında olmuştur.
Kelam
Kendi dönemindeki Şiî ulemanın kelam ilmine ciddi karşı çıkışları olmasına rağmen kendisini mütekellim olarak tanıtan Şeyh Müfîd, Allah’ı tenzih ve takdise dayalı bir kelam anlayışını savunur ve birçok rivayeti bu görüşünü teyit sadedinde kullanır.
Kelam ilmi sahasında Şeyh Müfîd, her ne kadar hocaları vasıtasıyla Mutezile’den etkilenmiş olsa da bu konuda kaleme aldığı eserlerinde müstakil Şiî kelamını oluşturmak gayesiyle Mutezile ile Şîa arasındaki farklılıkları ortaya koymaya çalışmış ve özellikle Bağdat Mutezilesi’nin görüşlerini Şiî düşünceye adapte etmiştir. Ahbârı tek kaynak kabul eden Kum hadisçileriyle dinî konularda aklî istidlal yöntemlerini kullanan Nevbahtîler’in görüşlerini değerlendiren Şeyh Müfîd, Bağdat Mu‘tezile ekolünün görüşlerinden istifade etmekle birlikte özellikle imâmet görüşü üzerinden Mu‘tezile ile Şîa arasındaki farklara dikkat çekmiştir. Müfîd’in kelam ilmini Şiî düşünceye dahil etme gayretleriyle Ahbârî ekol zayıflamaya, buna mukabil Usûlî düşünce oluşmaya başlamıştır. İbn Bâbeveyh el-Kummî’nin Risâletü’l-iʻtikâdât’ına yazdığı Tashîhu’l-iʻtikâd eserinde de görüleceği üzere Müfîd, bazı hadisleri kelamî düşünce sistemine ters düşmesinden dolayı kritiğe tabi tutar.
Şeyh Müfîd’in hedef aldığı gruplardan birisi de İmâmiyye’nin gulât koludur. O, gulâtı, Hz. Peygamber’e ve imamlara ait olmayan sıfatları, onlara isnad etmelerinden dolayı tenkit eder ve bizzat imamların böyle kimseleri tekfir ettiklerini kaydeder.
Akıl-Vahiy İlişkisi
Şeyh Müfîd, kelam ilminin ıstılahlarını izah etmek ve İmâmiyye’nin kelamî görüşlerinin dayandığı delilleri sıralamak maksadıyla kelam ilmine giriş mahiyetinde kaleme aldığı muhtasar eserinde, mükellefe farz olan ilk görevin Allah’ı tanımak ve onun varlığına delil olan mevcudat üzerinde derin düşünmek (nazar) olduğunu ifade ettikten sonra derin düşünmenin kendisiyle sağlanacağı aklı da “bilgileri ortaya çıkaran mana” olarak tarif eder ve çirkin işlerden insanı alıkoyduğu için akla “alıkoyan” anlamında akıl dendiğini belirtir (en-Nüket fî mukaddimâti’l-usûl, s. 21-22)
Şeyh Müfîd, aklın vahye olan ihtiyacını kabul eder, ancak aklî düşünce olmadan gerçek manada bir imanın söz konusu olamayacağını vurgular. Akıl-vahiy ikilemi konusunda orta yolu takip eden Şeyh Müfîd, aklın vahiyle birlikte teklifi hükümlere ve dinî bilgilere ulaşabileceğini kabul eder. Örneğin; imamların ismet vasfının hem akıl hem de vahiy yoluyla ispatlanabileceğini ileri sürer.
Aklın şeriatten ayrılmayacağını ifade eden Şeyh Müfîd, aklın bilgisi ve ulaştığı sonuçlar itibariyle şer’e muhtaç olduğu ve mükellefiyetin başında mutlaka bir peygambere ihtiyaç duyulduğu noktasında İmâmiyye’nin görüş birliği içinde olduğunu belirtir. Ona göre vahiyle desteklenmemiş akıl, ne Allah’a ait bir bilgi kazanabilir, ne de ahlâkî sorumluluğu kavrayabilir.
Şeyh Müfîd, aklı bir kaynak olarak değil, Kitap ve Sünnet delillerindeki lafız-mana ilişkisini anlamada bir vasıta ve yöntem olarak görmektedir. O, bu manada aklı, Kitap ve Sünnet gibi şer’î hükümlerin istinbatında kullanılan müstakil bir delil olarak görmemiştir. Bu sebeple Şîa’nın ilk dönemlerindeki genel yaklaşıma uygun olarak kıyasa, re’y ve ictihada karşı çıkmış ve aklı, nassı anlamada bir araç olarak görmüştür.
Şeyh Müfîd’in İmâmiyye mezhebinde yaptığı en önemli işlerden birisi, imâmet, gaybet, masumiyet gibi aklî olarak açıklanması zor meseleleri, aklî esaslar üzerine oturtmaya gayret etmesidir. Şeyh Müfîd, kendisinden önceki hadisçilerden farklı olarak imâmetle ilgili inanç esaslarını ahbar ile değil, aklî gerekçelerle izah etmeye çalışmış, konuyla ilgili rivayetleri ise ikinci bir kaynak olarak kullanmıştır.
Usûl-i fıkıh
İmâmiyye Şîasında Usûlî düşünce her ne kadar İbn Ebû Akil ve İbnü’l-Cüneyd gibi isimler tarafından başlatılmış olsa da bunun sistematiğini ilk olarak Şeyh Müfîd oluşturmuştur.
Döneminin önde gelen İmâmî kelamcılarından olan Şeyh Müfîd, Bağdat Mu‘tezilesi ile geleneksel İmâmî düşünceyi sentezleyerek İmâmiyye’de Usûlî düşüncenin hakim olmasında önemli rol oynamıştır.
İmâmiyye Şîasında kabul edilen görüşe göre ilk usûl kitabını Şeyh Müfîd yazmıştır. O et-Tezkire bi usûli’l-fıkh adlı muhtasar eserinde; şer‘î hükme ulaştıran delillerin; kitap, sünnet ve imamların sözlerinden ibaret olduğunu ifade etmiş; bunların bilgisine ulaştıran vasıtalar olarak da akıl, dil ve rivayetleri saymıştır. Müfîd bu görüşünü şöyle izah etmektedir: Akıl, Kur’an’ın hüccet oluşunu ve imamlardan gelen ahbârın delaletlerini anlamaya; dil, kelamın manalarını bilmeye ve rivayetler de Kitap, Sünnet ve imamların sözlerinden oluşan usûlü (kaynakları) ispat etmeye yarayan vasıtalardır. Şeyh Müfîd’in bu izahından onun, kaynak anlamında delilleri Kitap, Sünnet ve imamların sözleri olmak üzere üçle sınırladığı; akıl, dil ve rivayet ilminin ise bunların anlaşılması için sadece yöntem olarak kullanılabileceği düşüncesine sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Ahbâra Bakışı
Şeyh Müfîd kendisinden önceki Ahbârîler’in yaptığı gibi bütün ahbârın sahih olduğu fikrini benimsememiştir. Akla aykırı ve savunduğu kelamî düşünceye ters olan ahbârı tenkit etmekten geri durmamıştır. Müfîd’in bu yaklaşımını, Ahbârî hocası Şeyh Saduk’un Risâletü’l-i‘tikâdât’ına tenkidî şerh olarak yazdığı Tashîhu iʻtikâdâti’l-imâmiyye isimli eserinde izlemek mümkündür. Müfîd ile hocası Saduk arasındaki en büyük farklılık, akla aykırı olan haberlerin kabulü konusundaydı. Saduk, akla aykırı olan haberleri herhangi bir kritiğe tabi tutmadan alırken Şeyh Müfîd, bu tür haberleri reddediyordu. Şeyh Müfîd, hocası Şeyh Saduk’un bazı kelamî konuları anlayamamasını ve çelişkili ifadeler kullanmasını, hadislerin zahirine göre hükmetmesine ve nazar, yani rasyonel düşünce ehlinden olmamasına bağlar (s. 49). O eserinin bir yerinde aklın verdiği hükümlere aykırı bir hadisin bulunması durumunda aklın hükmü gereğince bu hadisin dikkate alınmayacağını ifade etmiştir (s. 149).
Müfîd’in, rivayetlerin Kur’an’a arzı konusundaki görüşü şöyledir: “Allah’ın kitabı hadislere ve rivayetlere takdim edilir ve sıhhati ve zayıflığı noktasında Kitab’ın hükmüne müracaat edilir. Onun doğru olduğuna hükmettiği doğru kabul edilir.” (s. 44). “Kitaba muhalif olan ve herhangi bir şekilde onunla muvafakati sahih olmayan bir hadis bulduğumuzda Kitab’ın bu konudaki hükmüyle bu konudaki icmâ ile hükmederiz.” (s. 149).
Şeyh Müfîd, imamların ahbârının kabulü konusunda bir yöntem geliştirmiş ve söz konusu ahbârı üç kategoriye ayırmıştır: Bunlardan birincisi, haber-i vâhiddir ki; Müfîd’e göre aşağıda zikredilen şartlardan birini taşımayan bu tür haberlerin bilgi ve amelde kaynak olamayacağını ileri sürmektedir. İkincisi hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak derecede varit olan mütevâtir haberdir. Üçüncüsü ise sened bakımından sorunlu olmakla birlikte, ulemâ tarafından sahih olduğu hususunda üzerinde icmâ bulunan haberdir. Şeyh Müfîd, ancak şu dört şarttan birinin gerçekleşmesi durumunda haber-i vâhidle amel edilebileceğini ifade eder. Bunlar; haberin doğruluğuna dair Kitap’ta veya mütevatir haberlerde bir karinenin bulunması; haber-i vâhidi aklî delilin, örften bir şahidin veya muhalifi olmayan bir icmaın desteklemesidir.
Hocası Şeyh Saduk’la yaşadığı önemli bir tartışma konusu da Hz. Peygamber’in yanılması (sehvü’n-nebi) meselesidir. Şeyh Saduk, Hz. Peygamber’in ve imamların masumiyetini savunmakla birlikte özellikle Hz. Peygamber’in fiillerinde unutarak yanılmasını mümkün görmektedir. Şeyh Müfîd ise hocanın bu görüşüne karşı çıkarak, unutarak da olsa fiillerinde yanılmasının Hz. Peygamber’in masumiyet özelliğine halel getireceğini savunur. Ayrıca unutarak hata yaptığını kabul etmek, onun soyundan gelen imamların da hata yapması sonucunu doğurur ki bu da Şîa’nın savunduğu imâmet teorisine aykırıdır.
Fıkıh
Şeyh Müfîd, kendisinden öncekilerin yaptığı gibi ahbârın nakliyle yetinen rivayete dayalı fıkıh anlayışını değil, kendi ifadelerini kullanarak fıkıh ilmini tedvin etmeyi tercih etmiştir.
Müfîd, siyasi iktidarla ilişki kurma noktasında kendisinden önceki Ahbârî ulemânın aksine, olumlu bir tutum takınmıştır. O, câir hükümetten gelen görev teklifinin; ancak kendi mezhebinden olanları koruması, onları her türlü kötülükten muhafaza etmesi ve yönetimi altında bulunanlardan humus toplaması şartıyla kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Ancak câir hükümette görev alan kişi, kan dökme söz konusu olmadığı müddetçe Şiî ahkâma göre hareket etmelidir. Eğer kan dökme mevzu bahis ise takiyye gereği mevcut hükümetin kanunlarıyla amel edebilir.
Öne Çıkan Eserleri
- Evâilü’l-Makâlât fi’l-Mezâhibi’l-Muhtârât: thk. İbrâhim el-Ensârî, el-Mu'temerü'l-Alemî el-İmam, y.y. 1992.
- el-Fusûlü’l-Aşere fi’l-Gaybe: Matbaatü’l-haydariyye, Necef 1951.
- el-İhtisâs: nşr. Ali Ekber Gaffârî, Beyrut 1402/1982, 1414/1993.
- el-Muknia fi’l-Usûli ve’l-Furû: Nşr. Müessesetü’n-neşri’l-İslamî, Kum 1990, Beyrut 1414/1993.
- et-Tezkira bi Usûli’l-Fıkh: nşr. Şeyh Mehdî Necef, Silsiletü Müellefâti’ş-Şeyh Müfîd içinde, Dâru’l-müfîd, Beyrut 1993.
- en-Nüket fi Mukaddimâti’l-Usûl: thk. Muhammed Rıza el-Hüseynî, Kongre-i Şeyh Müfîd, Kum 1993.
- el-İfsâh fi’l-İmâme: Kum 1991, Beyrut 1414/1993.
- el-İrşâd: Beyrut 1399/1979, 1414/1993.
- Ahkâmu’n-Nisa: thk. Mehdi Necef, Beyrut 1993.
- Tashîhu’l-İ’tikâdâti’l-İmâmiyye: thk. Hüseyin Dergâhî, Kongre-i Şeyh Müfîd, Kum 1992.
- el-Cemel ve’n-Nusra: nşr. Seyyid Ali Mîr Şerîfî, Beyrut 1414/1993.
- el-Emâlî (el-Mecâlis): nşr. Ali Ekber Gaffârî, Beyrut 1414/1993.
- Ademü Sehvi’n-Nebi: nşr. Mehdî Necef, Daru’l-Müfîd, Beyrut 1993.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu