Hayatı

Şerîf el-Murtazâ, 335/966 yılında Bağdat’ta dünyaya geldi. Tam adı, Ali b. Hüseyn b. Musâ b. Muhammed b. Musâ b. İbrahim b. Musa Kâzım’dır. Lakabı Ebu’l-Kasım’dır. Annesi’nin ismi Fâtıma bnt. Hasen (Hüseyn[?])’dir. Murtazâ’nın soyu baba tarafından yedinci imam Musa Kâzım’a, anne tarafından Hz. Hüseyin üzerinden Hz. Ali’ye dayanmaktadır.

Murtazâ’nın eğitimine ne zaman başladığı tam olarak bilinmemekle birlikte, küçük yaşta İbn Nübâte’den dil ve edebiyat dersi aldı. Bu eğitimden sonra Murtazâ’yı annesi fıkıh öğrenmesi için Şeyh Müfid’e götürdü. Fıkıh ve kelam ilmini Müfîd’in yanında öğrenen Murtazâ, hadis ilmini başta Hüseyin b. Bâbeveyh olmak üzere muhtelif hadisçilerden aldı. Mu‘tezilî görüşleri ise Kâdî Abdülcebbâr’dan öğrendi.

Murtazâ İslamî ilimler sahasında iyi bir eğitim almıştır. Öyle ki 27 yaşında usûl ve kelam sahasında temayüz etti. Hocası Şeyh Müfid vefat ettikten sonra özellikle usûl ve kelam alanında Ca‘ferî mezhebine mensup olanların müracaat ettiği bir kişilik oldu; farklı şehirlerden insanlar ilminden istifade etmek için kendisine mektuplar yazdı. Kelam ve usûl ilmindeki derinliğinin yanında edebiyat, dil, tefsir, tarih ve tabakat ilim dallarında da yetkinliğe sahipti.

Murtazâ medreseye çevirdiği evinde fıkıh, kelam, tefsir, edebiyat gibi ilim dallarında talebelere ders verdi. Varlıklı bir aileye mensup olduğundan maddi durumu iyi olan Murtazâ’nın, Tûsî, İbnü’l-Berrâc gibi gözde öğrencilerine maaş bağladığı rivayet edilmektedir. Hatta sahip olduğu köylerden birinin gelirini, öğrencilerinin kâğıt ihtiyaçları için vakfettiği aktarılmaktadır. 

Babasının vefatından sonra kardeşi Şerif er-Radî’nin devraldığı Tâlibîlerin nakîbliği, hac emirliği ve Dîvân-ı Mezâlim reisliği görevlerini onun ölümünden sonra Murtazâ üstlendi. Ölümüne kadar bu görevleri sürdüren Murtazâ, özellikle nakîblik görevini ifa ederken halifeye sadakat gösterdi ve siyasi otoriteyle sıcak ilişkiler kurdu.

Bağdat’ın Kerh mahallesinde meydana gelen Sünnî-Şiî çatışmalarında arabuluculuk görevini üstlenen Murtazâ, gerek Büveyhî emîrleri gerekse Abbasî halifesi nezdinde önemli teşebbüslerde bulunarak ihtilâfların çözümü için çaba sarf etti.

Seyyid, Şerîf, Alemü’l-hüdâ, Zü’l-mecdeyn, Senedü’ş-şîa gibi ünvanlara sahip olan Murtazâ, 25 Rebîülevvel 436/20 Ekim 1044 tarihinde Bağdat’taki evinde vefat etti. Cenaze namazının vefat ettiği evinde oğlu tarafından kılındığı ve oraya defnettiği nakledilmektedir. Naaşı daha sonra Kazimiye’de İmam Hüseyin’in türbesinin civarında medfun bulunan babası ve kardeşinin mezarlarının yanına nakledildi.

Öğretisi

İmâmiyye mezhebinin usûlî ekolü Şerîf el-Murtazâ ile zirveye ulaşmıştır. Kum hadisçilerine karşı Şeyh Müfid’le başlayan itiraz hareketi Murtazâ ile birlikte daha ileri safhaya taşınmıştır. Murtazâ, Mu‘tezilî görüşlerin de etkisiyle Kum hadisçilerinin görüşlerinin yanlış olduğunu ispatlamaya çalışmış, rivayetlerdeki bazı ifadeleri olduğu gibi kabul etmelerinden dolayı onları müşebbihe ve cebrî olmakla suçlamıştır.  Özellikle Basra Mu‘tezilesi’ne yakın görüşlere sahip olan Murtazâ, hüsün ve kubhun aklîliği, tehvîd, adalet, lutüf vb. konularda Mutezile’nin tezlerine yakın görüşleri benimsemiştir.

Kelam

Şerîf el-Murtazâ’ya göre marifetullah ancak akıl yoluyla sabit olur. Marifetullah konusunda şer’î bildirim vasıtasıyla elde edilen bilgi, fer’î bilgidir ve bu bilgiyle marifetullaha ulaşmak mümkün değildir. Murtazâ bu konuda akla yaptığı vurguda o kadar ileri gitmiştir ki; Allah’ın taklitle değil sadece akıl yoluyla bilinebileceğini savunmuştur. Çünkü o, Allah’ın taklit yoluyla kavranması durumunda insanın marifetullahla ilgili sorumluluğunu yerine getiremeyeceğini ve hatta sonuçta küfre düşeceğini iddia etmiştir.

Marifetullah konusunda aklı tek vasıta gören Murtazâ Allah’ın sıfatları konusunda da benzer bir tutum sergileyerek sıfatların, vahiyden bağımsız olarak akılla bilinebileceğini ifade etmiştir. Bundan dolayı o, Allah’ın sıfatlarını vahiyle bildirilenlerle sınırlı tutmamış; vahiyle bildirilmeyen sıfatlarının akılla ispat edileceğini savunmuştur.

Allah’ın zatıyla ilgili tecsim ve teşbih iddialarını reddeden Şerif el-Murtazâ, Mu‘tezile’nin bakış açısına uygun bir şekilde Allah’ın görülemeyeceğini aklî gerekçelerle geniş bir çerçevede izah etmiştir.

Şerif el-Murtazâ’nın, Mu’tezile’den farklı düşündüğü konular da vardır. Bunlardan biri haramın rızık olmadığı meselesidir. O rızkı, “faydalanılması sahih olan ve hiç kimsenin bundan men etmediği şey” olarak tarif eder. Bu tarife göre haram bir şey, kendisinden faydalanılması caiz olmadığı ve Allah tarafından yasaklandığı için rızık olmaz.

Murtazâ felsefeye karşı mesafeli bir duruş sergilemiştir. Epistemolojik açıdan bilgi değeri olmayan astrolojiyi kabul etmemiş; objektif bilgi vermeyen rüyaların ise büyük kısmının anlamsız olduğunu söylemiştir. Bu görüşler, onun bilimsel bilgiye verdiği önemi ve bunu elde etme konusunda akla verdiği değeri ifade etmektedir.

İmâmetle ilgili konularda aklı temel delil olarak kullanan Şerîf el-Murtazâ, hadis kitaplarındaki rivayetlerin hatalı ve gerçek dışı ifadeler barındırması sebebiyle konunun aklî delillerle ispat edilmesi gerektiğine inanmıştır.

Şerîf el-Murtazâ’ya göre imâmet, bütün konularda Müslümanların masum bir önderinin bulunmasını ifade etmekte ve hiçbir Müslümanın bundan müstağni kalamayacağını özellikle vurgulamaktadır. O, imametin gerekliliğini, hüsün-kubhun aklîliği, lütuf teorisi, kamu yararının gözetilmesi, dinin kıyamet gününe kadar korunması vb. aklî gerekçelerle ispata çalışmıştır.

Şîa’nın inanç sistemi imamların masumiyeti üzerine kuruludur. Bu nedenle peygamberlerin yanında imamların da masum olması gerektiği üzerinde ısrarla duran Murtazâ, bunun için Tenzîhü’l-enbiyâ ve’l-eimme adıyla bir eser kaleme almış ve burada imamların masum olmadığına delil sayılabilecek bazı olayları tevil etmeye çalışmıştır. İmamların masumiyetini aklî gerekçelerle ispata çalışan Murtazâ, masumiyetin ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinebileceğinden hareketle imamın nass ile tayin edilmiş olması gerektiğini savunur.  Bu konuya her İmâmî alim gibi hayatî derecede önem veren Şerîf el-Murtazâ Hz. Ali’nin, Allah Resulü’nün nass ile tayin edilmiş vasîsi olduğunu; bunu ve diğer imamların imâmetini reddeden kimsenin iman esaslarından birini inkar etmiş olacağını ifade ederek sahabenin büyük çoğunluğunu münafıklıkla itham etmiştir.

Ahbârda imamların üstün özelliklere ve sınırsız bilgiye sahip olduğunun ifade edilmesine rağmen Murtazâ, imamların bilgisini dinî alanla sınırlandırmaktadır. Buna göre imamların, itikadî ve amelî ahkamın dışında kalan zanaat ve meslekleri bilmeleri zaruri değildir. Öte yandan hadis kaynaklarında imamların bir şey bilmek istediklerinde Allah’ın onlara bildireceği ve onların kendi akıbetlerinden haberdar oldukları yönündeki rivayetlere  karşın Murtazâ, kesin bir dille imamların gaybı bilemeyeceğini, bunun ilm-i ilahî anlayışına ters düştüğünü vurgulamıştır.

Aklî temellendirmesi oldukça güç olan on ikinci imamın gaybeti meselesini, maslahat vb. aklî prensipler çerçevesinde izah etmeye çalışan Murtazâ, gaybet doktrinini iki temel üzerine bina etmiştir. Bunlardan biri; her zamanda bir imamın bulunmasının zorunluluğu, diğeri ise imamların masum olduğu gerçeğidir. Bu iki temel düşünce aklî argümanlarla desteklendiği takdirde gaybet konusunun ispatı mümkün olacaktır.

Şîa’da kıyamet kopmadan önce zuhur edecek olan İmam Mehdî’yi destekleyen bir grupla ona düşman olan başka bir grubun tekrar dünyaya gönderilmesi, bu sayede taraftar olanların haklılıklarının ortaya çıkarılması ve onların memnun edilmesi, düşman olanların ise zulümlerinin karşılığını bulması olarak tarif edilen rec’at anlayışını Murtazâ, hocası Şeyh Müfîd’in izinden giderek kabul etmiş; bu inancı, bazı ayetleri tevil etmek ve bir takım aklî gerekçelere başvurmak suretiyle temellendirmeye çalışmıştır.

Usûl-i Fıkıh

Şeyf Müfîd’den sonra İmâmiyye’nin dinî liderliğini üstlenen Murtazâ’ya göre fıkhın kaynağı Kitap, sünnet, icmâ ve akıldır. Ancak o, sünnet deliliyle mütevâtir haberleri kastetmiştir.

Şerif el-Murtâzâ, aklî delillerin kesinlik içermesi sebebiyle ihtimal ve te’vîli kabul etmeyeceğini, buna mukabil nasların tevile ve yoruma müsait olduğunu, dolayısıyla nasların zâhirlerinin akla muvafık bir şekilde yorumlanması gerektiğini savunmuştur.

Kur’an’da fazlalık ve noksanlık olmadığını vurgulayan Murtazâ, Kur’an’ı mahlûk olarak nitelemenin caiz olmadığını savunurken, Kur’an’ın mucizevi yönü konusunda Mu‘tezilî alimlerin geliştirdiği “sarfe” teorisini benimsemiştir.

Kurân-ı Kerim’le ilgili olarak Şîa’da ilk dönemlerde ortaya çıkan en önemli tartışmalardan biri, tahrifü’l-Kur’an meselesidir. Zira aşırı şiî gruplardan bazı kimselerin, Kur’an’ın tahrif edildiğine dair yazdığı müstakil eserlerin yanında ilk dönem İmâmî tefsir ve hadis literatüründe Kur’an’ın tahrif edildiğine dair birçok rivayetin yer aldığı görülmektedir. Ancak dinî konularda aklî değerlendirmelerin geliştiği hicri dördüncü ve beşinci asırlarda Şerîf el-Murtazâ’nın aralarında bulunduğu Şiî alimler tahrif iddialarını kesin bir dille reddetmiştir. Usûlî ekolün savunduğu bu görüş daha sonraki dönemlerde İmâmiyye Şîa’sında hakim hale gelmiştir. 

Murtazâ’nın, haber-i vâhidleri reddetmesindeki tutumu, hocası Müfîd’den kısmen farklıdır. Ona göre haber-i vâhidler hiçbir surette ne itikadî ne de amelî konularda muteber delil kabul edilemez. Zira rivayetleri ulaştıran ravilerin önemli bir kısmı birçok açıdan cerh edilmektedir. Öte yandan kesin bilgi vermeyen haber-i vâhidle amel edilebilmesi için bir karinenin devrede olması gerekir. Fakat bu konuda kesin şer’î bir delil/karine bulunmamaktadır. Dolayısıyla ona göre epistemolojik olarak bir değer ifade etmeyen haber-i vâhidle, -bırakın itikâdî konuları- amele dair konularda bile amel edilemez. Bu nedenle Murtazâ gerek kelam gerekse usûl alanında haber-i vâhide başvurmaz. Murtazâ’nın haber-i vâhid konusundaki bu sert tavrı, Tûsî ile birlikte biraz yumuşama eğilimi göstermiş, sonraki dönemlerde ise özellikle fıkıh sahasında kabul görmemiştir.

Sünnî usulünde önemli bir delil olarak kabul edilen kıyas delili Ca‘ferî usulcüler tarafından ilk başlarda şiddetle reddedilmiştir. Ancak Murtazâ ile başlayıp Muhakkık el-Hillî ile devam eden süreçte kıyâsa konulan mesafenin zamanla aşıldığı görülmektedir. Bu konuda Murtâzâ; “biz naslara aykırı olan kıyası reddederiz. Bizim yaptığımız kıyası, Kur’an ve ahbâr desteklemektedir” diyerek kıyasa kısmen cevaz vermektedir.

İmâmiyye’nin kıyasa mukabil olarak savunduğu akıl deliline gelince bu bağlamda Murtazâ, ilk usûl eserini tedvîn eden üstadı Şeyh Müfîd’den de ilham alarak aklın, mefsedet ve zarar içermeyen fiilleri mubah gördüğü ilkesini fıkhın birçok konusunda işletmiştir. Bununla birlikte Şerif el-Murtâzâ döneminde akıl delili teorik olarak tam anlamıyla netleşmese de pratikte istishâb, delîl-i nefy, ekallü mâ kîl, berâet-i asliyye vb. kavramlarla gelişimini sürdürmüştür. Dolayısıyla Şerif el-Murtâzâ “akıl delîli/delîlü’l-akl” konusunda bir tanım yapmamış olsa da aklî delilleri, haber-i vâhid gibi zan ifade eden rivayetlere karşı ve nasların oluşturduğu boşluğu doldurma konusunda kullanmış; haber-i vâhidi kabul etmediğinden dolayı furû-ı fıkıhta hükme bağlanamayan birçok konuyu, aklî bir delil olarak kabul edilen ibâha-i asliyye ilkesiyle hükme bağlamıştır.

Öne Çıkan Eserleri

  • el-Usûlü’l-İ‘ikâdiyye: nşr. Muhammed Hasan Âlü Yâsîn Bağdat 1954, 1962.
  • Îkâzü’l-Beşer mine’l-Cebr ve’l-Kader: nşr. Ali el-Hâkânî en-Necefî, Necef 1354/1935.
  • Mecmûa fî Fünûn Şettâ min İlmi’l-Kelâm: nşr. Muhammed Hasan Âl-i Yâsîn, Bağdat 1955.
  • el-Mukni‘ fi’l-Gaybe: nşr. Muhammed Ali el-Hakîm, Kum 1416/1995.
  • Mes’ele Vecîze fi’l-Gaybe: nşr. Muhammed Hasan Âl-i Yâsîn, Bağdat 1955.
  • Tenzîhü’l-Enbiyâ ve’l-Eimme: nşr. Muhammed el-Kütübî, Necef 1379/1960, Beyrut 1988.
  • el-Mülahhas fî Usûli’d-Dîn: nşr. Muhammed Rızâ Ensârî Kummî, Tahran 1381.
  • Resâilü’ş-Şerîf el-Murtazâ: nşr. Ahmed Ali Hüseyin el-Eşkûrî, Necef 1386/1967; nşr. Mehdî er-Recâî, Kum 1405.
  • eş-Şâfî fi’l-İmâme: nşr. Abdüzzehrâ el-Hüseynî el-Hatîb, Beyrut 1988.
  • ez-Zerîʿa fî İlmi Usûli’ş-Şerîa: nşr. Ebû’l-Kâsım Gürcî, Tahran 1363 hş.
  • ez-Zahîre fî İlmi’l-Kelâm: nşr. Seyyid Ahmed el-Hüseynî, Kum 1411.
  • el-Mûzıh an Ciheti İ‘câzi’l-Kur’ân: nşr. Muhammed Rızâ el-Ensârî el-Kummî, Meşhed 1424.
  • Emâli’l-Murtazâ: Gurerü’l-Fevâid ve Dürerü’l-Kalâid: nşr. Muhammed Ebü’l-Fazl, İbrâhim Kahire 1373/1954.
  • el-Cevâmiʿu’l-Fıkhiyye: nşr. M. Bâkır Hânsârî, Tahran 1276/1859.
  • Cümelü’l-İlm ve’l-Amel: nşr. Reşîd es-Saffâr, Necef 1967; nşr. Ahmed Ali el Hüseynî el-Eşkûrî, Bağdat 1967.
  • Şerhu Cümeli’l-İlm ve’l-Amel: thk. Muhammed Yakub el-Ca‘ferî, Dâru’l-üsve, Tahran 1419.
  • el-İntisâr: nşr. Seyyid Muhammed Rızâ el-Horasânî, Kum 1404.
  • Dîvanü’ş-Şerîf el-Murtazâ: Dâru’l-cîl, Beyrut 1998.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu