Hayatı
Serahsî, bugün Türkmenistan ve İran sınırında bulunan Serahs’ta veya yakınlarında muhtemelen 400/1009-1010 yılında doğdu. Büyük ihtimalle Türk asıllı bir aileden gelen Serahsî, tahsil hayatını dönemin ilim merkezlerinden Buhara’da geçirdi. Buhara’nın en ünlü Hanefî fakihlerinden Halvânî’den (ö. 452/1050) uzun dönem dersler aldı. Hocasından sonra, hocasının Şemsüleimme lakabı kendisine verildi. Halvânî aracılığıyla ilim silsilesi Ebû Hanîfe’ye kadar gider. Halvânî dışında, devletler hukuku alanında uzman olan Ebû’l-Hasan es-Suğdî ve Ebû Hafs Ömer b. Mansûr el-Bezzâz gibi isimlerden ders aldı. Birçok öğrenci yetiştirdi. Bunlar arasında Buhara’da uzun yıllar dinî ve siyasî görevler üstlenen Âl-i Burhân ailesinin kurucusu Burhânüleimme Abdülaziz b. Ömer b. Mâze ve Kâdıhan’ın dedesi Mahmûd b. Abdülaziz el-Özcendî gibi isimler vardır. Sebebi kesin olarak bilinmese de eserlerindeki bazı imalardan ve çeşitli emarelerden anlaşıldığı kadarıyla iktidara karşı siyasî-hukukî bazı konularda muhalefet etmesinden veya bu hususlarda nasihatte bulunmasından dolayı 10 yıldan fazla hapiste kaldı. Bu yıllar Serahsî’nin hayatında, eğitim ve telif açısından önemli bir evreyi temsil eder. Karahanlı hükümdarı Hakan Hasan (?) zamanında Özkent kalesine hapsedilmesi başta bir şok etkisi yaratmışsa da kısa süre içerisinde kendisini toparlamış, muhtemelen hükümdarın da müsaadesiyle eğitim ve telif faaliyetine hapiste devam etmiştir. Eserlerinin bir kısmını hapishane hayatı sürecinde kaleme almış, bir kısmını da 480/1087 yılında hapisten çıktıktan sonra tamamlama imkânı bulmuştur. Serbest bırakıldıktan sonra Özkent’ten Merginan’a geçerek hayatının geri kalan kısmını burada geçirmiş ve 483/1090 yılında vefat etmiştir.
Öğretisi
Ebû Bekir es-Serahsî, V./XI. Yüzyılda Mâverâünnehir bölgesinde yaşamış Hanefî mezhebine mensup meşhur bir fakih ve usûl âlimidir. Hanefî mezhebinin merkezinin artık Mâverâünnehir bölgesine kaydığı bir dönemde, bu mezhebin mirasını Buharalı hocası Halvânî’den (ö. 452/1060 ?) temellük etmiş, yorumlayarak geliştirmiş ve mezhep sistematiğine önemli katkı sağlamıştır. Hayatının on yılından fazlasını hapiste geçirmesine rağmen yetiştirdiği çok önemli öğrenciler yanında Hanefî mezhebinin doktrininin geniş ve sistematik bir halde sunumu olan el-Mebsût ile bu doktrinin dayandığı metodolojiyi ortaya koyan el-Usûl gibi eserleri kendisinden sonraki dönemde Hanefî mezhebinin otorite eserleri haline gelmiştir.
Çalışmalarının neredeyse tamamı Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) öğrencisi Şeybânî’nin (ö. 189/805) kitapları üzerine temerküz eden Serahsî’nin düşünce dünyasını bu eserler şekillendirdiği gibi, ortaya koyduğu çalışmaların mezhep içinde hayli muteber hale gelişinin temelinde de bu gerçek yatmaktadır.
Fıkıh ve Fıkıh Usûlü
Hanefî tabakât yazarlarından Kureşî’nin (ö. 775/1373) “mütekellim, fakih, usûl ve münâzara âlimi” şeklinde çok yönlü bir düşünür olarak takdim ettiği Serahsî’nin esas ilgi alanı fıkıh ilminin fürû ve usûl disiplinlerine yönelik olarak şekillenmiştir.
Serahsî’ye göre, en faziletli iş; önce dinin aslı ve akaidine dair sağlam bir bilgiye sahip olup bu konuda öncü kişilere tâbi olmak, sonra da şer’î ahkâmı öğrenip anlamak için gayret sarf etmektir. “Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir” (Bakara Sûresi, 2/269) ayetinde geçen “hikmet” kelimesini İbn Abbas’ın yorumuna dayanarak “fıkıh ilmi” olarak tefsir eden Serahsî, helal ile haram çizgisini ayırt etmenin vasıtası olduğu için bu ilme sahip olanların çokça bir hayra malik olduğuna inanmıştır. Fıkıh ilminin ancak; (i) şerʿî ahkâmı bilme, (ii) nasların manalarına vâkıf olup usûl ile fürû arasındaki irtibatı zabt ve (iii) amel olmak üzere üç şeyle kemâle ereceğini belirten Serahsî bir yandan fürû ile usûl diğer yandan da ilimle amel arasındaki sıkı bağa işaret etmiştir.
Fürû alanındaki el-Mebsût’u, Hâkim eş-Şehîd’in (ö. 334/945) el-Muhtasaru’l-Kâfî’sinin -ki bu eser mezheb doktrininin en güvenilir kaynakları olarak kabul edilen Şeybânî’nin altı eserinin bir nevi ihtisarı ve yeniden tanzimidir- hacimli ve sistematik bir şerhidir. Serahsî bu eserinde, doktrine dair sahih görüşleri verir, ikna edici ve entelektüel argümanları sıralar ve her bir görüşün uzanımları ve sonuçlarını sistematik bir şekilde tartışır. Aynı zamanda farazî meseleleri serdetmek suretiyle doktrinin tutarlılığını test eder.
Serahsî’nin İslâm hukuku alanına en önemli ve özgün katkılarından biri şüphesiz devletler umumî hukukuna dair Şerhu’s-siyeri’l-kebîr adlı çalışmasıdır. Batıda modern anlamda devletler hukukunun öncüsü olarak kabul edilen ve devletler hukukunun temelini tabiî hukuk düşüncesi üzerine kuran Hollandalı düşünür Hugo Grotius’tan (ö. 1645) asırlar önce bu alana dair bir çalışma yapmış olması Serahsî’yi farklı bir konuma getirmektedir. Eserde savaş esirleri, savaştan kaçma, ganimetler, eman, savaştan elde edilen arazilerle ilgili hükümler, barış, uluslararası anlaşmalar ve benzeri birçok konuda devletler umumî hukukuna dair hayli sistematik bir yaklaşım sergilenmiştir. Serahsî’nin devletler umumî hukukuna dair fikirleri Osmanlı son döneminde belirgin bir şekilde kendine yer bulmuş ve Debbağzâde Mehmed Münîb Ayıntâbî (ö. 1823) tarafından Osmanlıcaya tercüme edilerek 1826 yılında İstanbul’da yayınlanmıştır. Hatta bu eserin askerliğin ve gazanın faziletine dair kısımları, askerleri cesaretlendirmek üzere, II. Mahmud’un (ö. 1839) emriyle alay müftüleri ve tabur imamları tarafından zabit ve askerlere okunup izah edilmiştir.
Serahsî’nin, Hanefî mezhebinin hukuk doktrinini sistematik bir şekilde sunumundaki başarısı kadar bu doktrinin arkasındaki metodolojik zemini ortaya koyması da dikkate değerdir. Zaten Serahsî, sistematik bir yapıya dayalı olan fürû alanındaki doktrinin anlaşılmasında bunun arka palanındaki metodolojinin önemli olduğunu düşünmektedir. Nitekim kendi ifadesine göre, fıkıh usûlü alanındaki etkili eseri el-Usûl’ü, Şeybânî’nin fürûya dair eserlerine yazdığı şerhleri bitirdikten sonra, bu şerhlerin hangi usûl çerçevesinde yazıldığını açıklamak için kaleme almıştır. Böylece bu eserler vasıtasıyla fürû alanındaki Hanefî doktrinini öğrenecek kimseler için metodolojik zeminle birlikte bu doktrini daha iyi anlama ve kavrama imkânını ortaya koymuştur.
Serahsî, sistematikliği ile ön plana çıkan çağdaşı Ebü’l-Usr Pezdevî (ö. 482/1089) gibi Hanefî usûl edebiyatında Debûsî (ö. 430/1039) çizgisini bilinçli bir şekilde devam ettirmiş, genişliği ve analitik zekâsıyla usûl sahasında zirveyi temsil etmiştir (Bedir, s. 168, 170) Meselelere yaklaşımında genellikle Ehl-i Sünnet’e bağlı olan Serahsî, Hanefî mezhebinin görüşlerini Eş’arîlik ve Maturidîlik ile uyumlu bir şekilde temellendirir ve bir meselede açıkça Mutezilî yaklaşımı eleştirir (Usûlü’s-Serahsî, c. 2, s. 208).
Serahsî, Hanefî usûlcülerin geleneğine sadık kalarak usûlde fukahâ yöntemini takip etmiş, kuralları belirlemede tümevarıma ağırlık verip, usûlünü bir mezhebe sıkı şekilde bağlı ve fürû hükümleriyle doğrudan irtibatlı bir zeminde inşa etmiştir.
Fıkıh usûlünün “deliller” ve “hükümler” olmak üzere iki temel konusundan delilleri Debûsî’nin tasnifine büyük ölçüde bağlı kalarak ortaya koyan Serahsî; Kitap, Sünnet ve icmaʿı şer’î delillerin üç aslı olarak, kıyası da bu üç asıldan çıkarılan mana şeklinde dördüncü delil olarak kaydeder. Bunlardan ilk üçünün kesin bilgi (mûcibun li’l-ilmi katʿan) ifade ettiğini ve her üç aslın da temelde Hz. Peygamber’den nakle (sema) dayandığını belirtir. Kıyas ise bu asıllardan çıkarılan manaya dayandığı için kesin değil zannî bilgi doğurur (mücevvizun li’l-ilmi) ama gerekli şartları taşıdığında ameli gerekli kılar.
İçerdiği bilginin ilim veya zan gerektirmesi bakımından şerʾî delilleri bu şekilde bir tasnife tabi tutan Serahsî, bu teorik çerçeveye genellikle bağlı kalır. Bunun yansımalarını âmmın katʾîliği, zannî delilin Kitâb’ı neshi, haber-i vâhidle Kur’ân’a ziyâde gibi konularda gözlemlemek mümkündür (Çalış, s. 391).
Serahsî zaruret, ihtiyat, def-i harac gibi delilleri ayrı başlık altında ele almaz, ama meselelerin çözümünde bunların dikkate alınması gerektiğini, bunların sınırlarının tespitinin zor olsa da fakihin fıkhını genişleten ve tamamlayan şeyler olduğunu ifade eder (Aslan, s. 53).
Hanefî mezhebinin hukuk doktrinini fürû alanındaki eserlerle başarılı bir şekilde ortaya koyan Serahsî, bu doktrinin temel metodolojisini ve dayandığı hukuk mantığını de hayli etkili bir şekilde sunmuştur. Nitekim bu başarının izleri, sonraki dönemlerde yazılan usûl eserlerinde rahatlıkla görülebilir.
Kelam
Hanefî usûlcülerden Alâeddin es-Semerkandî’nin (ö. 539/1144) vurguladığı gibi kelamla fıkıh usûlü arasında kök dal ilişkisi bulunduğu için fıkıh usûlü müelliflerinin itikadî görüşleri fıkıh usûlü eserlerine kaçınılmaz olarak yansımaktadır. Bundan ötürü kelam ilmi ile fıkıh usûlü ilmi/kelamî bakış ile fıkıh usûlü bakışı arasında sıkı bir irtibat söz konusudur. Serahsî’nin kelam ile ilgili meselelerdeki yaklaşımını Eş’arîlik ve Mâturîdilik şekillendirmiş, Usûl’deki meselelere yaklaşımı bu zeminden beslenmiştir. Zaten Serahsî ve çağdaşı Pezdevî’nin kendilerinden sonra hayli etkili olmalarının temel nedeni Hanefî usûlünü, V./XI. Yüzyılın sonlarına doğru gelişen sünnî kelamının iki okulu Eş’arîlik ve Mâturidîlik ile uyumlu hale getirmelerinde yatar (Bedir, s. 170).
Zaman zaman mezhebin fürû alanındaki bir görüşünü kelamî arka planını ortaya koyarak temellendirir. Mesela, namazda Arapça kıraate güç yetiremeyen kimsenin kendi dilinde kıraati gerçekleştirebileceğine dair Ebû Hanîfe’nin görüşünü mana-icaz ilişkisi temeline dayalı olarak izah eder. Buna göre icaz nazımda değil manada gerçekleştiği için mûciz olan kelamın Farsça okunmasıyla da kıraat yükümlülüğü yerine gelmektedir. Serahsî, icazın manada ortaya çıktığını temellendirmek için de Kur’an’ın Allah’ın “kelamı” olmasına vurgu yapar ve Arapça dahil bütün dillerin “muhdes” olduğuna, ama Allah’ın kelamının “muhdes” ya da “mahluk” olmadığına işaret eder.
Debûsî’ye dayanarak yaptığı kesin bilgi gerektiren (mûcibun li’l-ilmi katʿan) ve zannî bilgi gerektiren (mücevvizun li’l-ilmi) delil şeklindeki ayrıma bağlı olarak Serahsî, tevhid, sıfatullah, nübüvvetin ispatı gibi dinin temel değerleri (aslu’d-dîn) ile temel dinî yükümlülüklerin (emru’d-dîn) şüpheye mahal olmayacak şekilde kesin ilim ifade eden delille sabit olabileceği kanaatindedir. Ona göre bu tür konular ancak Hz. Peygamber’den bir nakle (sema) dayalı olarak Kitap, Sünnet ve icma ile bilinebilir. İtikadi konular dışında, yani amelî ve vicdanî meselelerde ise zannî bilgi geçerli olabileceği için gerekli şartları taşıması halinde zannî delillerin de itibara alınacağını kabul eder.
Serahsî, imanın tanımı konusunda Ebû Hanîfe’nin yolundan giderek imanı dil ile ikrar ve kalp ile tasdik olarak tarif eder. Ona göre imanda “asıl” olan kalp ile tasdiktir ve kalpteki tasdik ikrah gibi herhangi bir özürle düşmez. Kalbin tasdikiyle beraber dil ile ikrar ise dünya ve ahiret ahkâmı açısından imanın rüknü olarak kabul edilir.
Müstakil bir kelam eseri yazmasa da, kaçınılmaz olarak kelamî bir perspektifi gerekli kılan fıkıh usûlü alanındaki görüşlerinden ve fürû alanındaki çeşitli izah ve açıklamalarından hareketle Serahsî’nin temel kelamî görüşlerini ortaya koymak mümkündür.
Temel Soruları
- Şeybânî’nin eserleri üzerinden Hanefî mezhebinin hukuk doktrinini ortaya koymak.
- Hanefî hukuk doktrininin metodolojik zeminini ortaya koymak.
- Devletler umumî hukukuna dair sistematik bir yaklaşım geliştirmek.
Öne Çıkan Eserleri
- el-Mebsût: Kahire 1321-1334; İstanbul 1983.
- Usûlü’l-Fıkh: Beyrut 1973; Kahire 1954: Haydarabad 1372-1373.
- Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr.
- Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr: İstanbul 1826; Kahire 1971.
- Sıfatü Eşrâti’s-Sâʿa ve Makâmâti’l-Kıyâme.
- Şerhu (Nüketü) Ziyâdâi’z-Ziyâdât.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu