Hayatı

Nâmık Kemal, 21 Aralık 1840 yılında Tekirdağ’da doğmuştur. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Babası, Müneccimbaşı Mustafa Asım Bey'dir. Annesi Fatma Zehra Hanımdır. Annesini küçük yaşta yitiren Nâmık Kemal, çocukluğunu dedesi Abdüllatif Paşa’nın yanında Anadolu’nun ve Rumeli’nin çeşitli şehirlerinde geçirir. Dedesi 1845 yılında Tırhala Malmüdürlüğü’nden Afyon Muhassıllığı’na tayin edilince, beş yaşından sekiz yaşına kadar burada yaşarlar. Burada, Afyon Müftüsü Buharalı Hacı Velid Efendi'den Arapça ve Farsça dersleri alır. Afyon Mevlevi Tekkesi Neyzenbaşı Coşkun Dede'den ise tarikat usullerini öğrenir. Kızının ölümünden kısa bir süre sonra Afyon Muhassıllığı’ndan Kütahya'ya tayin olan Abdüllâtif Efendi, torunundan ayrı kalmak istemediği için İstanbul’a gelip yerleşir. Kemal, İstanbul’da kaldığı süre boyunca üç ay kadar Beyazıt Rüşdiyesi’ne, dokuz ay kadar da Valide Mektebi’ne gider. Bütün okul yaşamı bu iki okulla sınırlı kalsa da onun eğitim hayatının evde aldığı özel derslerle devam ettiği bilinmektedir. Abdüllatif Bey Kars Sancağı Mutasarrıflığı’na getirildiği zaman, Kemal’in kitaplarını buraya taşımak için sekiz katır tuttuğu söylenir. Kars'ta bulunduğu bir buçuk yıl içerisinde, şeyh, şair ve aynı zamanda müderris Vaizzâde Şeyid Mehmet Hamid Efendi'den tasavvuf ilmini ve divan edebiyatını öğrenir. Aynı zamanda vahdet-i vücûd düşüncesini, Muhyiddin Arabî’yi ve Mevlânâ'yı da derinlemesine inceler. Kars’ta görevi sona eren dedesi ile 1854 yılında İstanbul'a döner. Babası Mustafa Asım Bey sayesinde Arapça ve Farsçasını ilerleterek, tarih bilgisini artırır. On ay sonra 1855 yılında babasının Bulgaristan Filibe Malmüdürü, dedesinin Sofya Kaymakamı oluşu ile Sofya'ya gider. Bu seyahatlerin onun genç muhayyilesi üzerindeki bazı etkilerini eserlerinde de görmek mümkündür. Sofya’da iken evlerine misafir olarak gelen şair Binbaşı Eşref Bey, Kemal'in yazdığı şiirleri okuduktan sonra ona “Nâmık” mahlasını verir. Bundan sonra Mehmed Kemal, Nâmık Kemal olarak anılır.

1856'da 16 yaşında iken, Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin 14 yaşındaki kızı Nesibe Hanım ile evlenir. Bu evlilikten; Feride, Ulviye adında iki kız ve Ali Ekrem adında bir erkek çocukları dünyaya gelir. 1857 yılında İstanbul'a geri dönen Nâmık Kemal, burada Leskofçalı Galib, Yenişehirli Avni gibi divan geleneğine bağlı şairlerle dost olur.

Tasvir-i Efkâr gazetesini çıkartan Şinâsi ile 1862 yılında tanışan Nâmık Kemal, Batı edebiyatını öğrenmeye başlar. Şinâsi; konuşması, düşünüşü, çevresiyle ilişkileri bakımından tam anlamıyla Avrupalılaşmış bir Osmanlı aydınıdır. Nâmık Kemal, Şinâsi’nin düşüncelerinin etkisinde kalmakla birlikte onun üslup anlayışını da benimser. 1863'te Tercüme Odası'na girer. Burada Fransızcasını ilerletmekle birlikte Avrupa’yla ilgili tartışmalara da tanık olur. Tercüme Odası’nda öğrendiği şeyler, Kemal’in gözlerini Batı’ya çevirmesini sağlar. 1863’te Tasvir-i Efkâr’da yazıları yayımlanmaya başlar. Şinâsi’nin 1865 yılında Paris’e gitmesi üzerine gazetenin yönetimi Nâmık Kemal’e devredilmiş olur. Ancak gazetenin ömrü uzun sürmez ve Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin görüşleri doğrultusunda yayın yaptığı için 1867 yılında kapatılır. Nâmık Kemal ise İstanbul’dan uzaklaştırılır ve Erzurum’a vali muavini olarak atanır. Bu esnada devreye Mustafa Fazıl Paşa girer ve Paşa’nın maddi desteğini alan Nâmık Kemal Ziyâ Paşa ile birlikte Paris’e kaçar. Bir süre sonra Londra’ya geçen Nâmık Kemal burada Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar Cemiyeti adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başlar. Ali Suavi ile anlaşamadığı için 1868 yılında Fazıl Paşa’nın desteğini de alarak Ziyâ Paşa ile birlikte Hürriyet adında bir gazete çıkarmaya başlar. Ancak iki sene sonra İstanbul’a geri döner ve gazetenin idaresini Ziyâ Paşa’ya bırakır.

Nâmık Kemal’in gazeteciliği İstanbul’a döndükten sonra da devam eder. Önce İstikbal adlı bir gazete çıkartmak ister; ancak hükümet izin vermeyince Diyojen ve Hadîka gazetesine yazılar göndermekle yetinir. Nuri, Reşat ve Ebuzziya Tevfik ile birlikte 1872 yılında İbret gazetesini çıkarmaya başlar. Gazetede yayımlanan bir yazısı üzerine İstanbul’dan uzaklaştırılarak Gelibolu mutasarrıflığına atanır.  Orada yazdığı Vatan yahut Silistre adlı tiyatro eseri 1873 yılında sahnelendiğinde halk galeyana gelir ve sonrasında olaylara sebep olur. Oyun yasaklanır ve Nâmık Kemal’de tutuklanarak Magosa’ya sürgüne gönderilir.  İstanbul’a bir sonraki dönüşü 1876 yılında I. Meşrûtiyet’in ilanı ile gerçekleşir ve dönüşünün akabinde Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) azalığına geçerek Kânûn-ı Esâsî Encümeni’nde çalışmaya başlar. Ancak bu görevi de çok uzun sürmez ve Rus Savaşı sonrası II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebûsân’ı kapatması üzerine tutuklanır. Beş ay kadar tutuklu kaldıktan sonra Midilli Adası’na sürülür. 1879 yılında Midilli mutasarrıfı olur. Orada aktif bir çalışma içerisinde bulunan Nâmık Kemal, özellikle Midilli’de yaşayan Müslüman halkın sorunlarıyla ilgilenir. Onların eğitim ve dini konulardaki ihtiyaçlarını gidermek için girişimlerde bulunur ve adaya cami ve okul yaptırılmasını sağlar. Burada iken Abdülhamid’e gönderdiği bir eserden dolayı 1882 yılında “Nişan-ı Osmanî” ile taltif edilir. 1884 yılında önce Rodos’a, ardından Sakız Adası’na gönderilir. 1888 yılında burada zatürreden dolayı vefat eder. Ebuzziya Tevfik’in saraya yaptığı müracaat üzerine naaşı Gelibolu’da Bolayır’a nakledilir ve çok sevdiği Rumeli fatihi Süleyman Paşa’nın yanına defnedilir.

Fikrî ve Edebî Şahsiyeti

Nâmık Kemal’in fikrî ve siyasî hayatı incelendiğinde, XIX. Yüzyılda modernleşme yanlısı Osmanlı yönetici sınıfına ait bir aydının, Batı’yı nasıl algıladığı ve bunu uygulamaya nasıl geçirdiği hakkında fikir sahibi olunabilir.

Nâmık Kemal, edebiyat dünyasına çok erken yaşlarda şiirle başlar. Kars’ta iken tasavvufla birlikte başlayan şiir zevki ve yeteneği sayesinde çocuk denebilecek bir yaşta şiir yazan Nâmık Kemal, Sofya’da bulunduğu süre içerisinde bir defter dolduracak kadar manzumeler meydana getirir. Divanını oluşturan şiirleri ise İstanbul’a döndükten sonra yazar. Hicri 1278 yılı Ramazan ayında cami avlusunda Yunus Emre ilahisi sanarak satın aldığı Münâcât, şairin hayatındaki istikameti değiştiren bir eser olur. Küçük bir risâle halinde basılmış Münâcât onu o zamana kadar yalnızca nesrini tanıdığı ve beğenmediği Şinâsi’ye sevkeder. Divan şiirinin etkisinde yazılan şiirlerine Şinâsi ile tanıştıktan sonra “vatanî” şiirler eklenir. Şinâsi sonrasında yaşadığı dönüşümle eski şiiri tamamıyla bırakmadan yeni şiir şekillerini tecrübe etmeye çalışır. Kelime oyunları yapmak yerine fikirlerini ve hayallerini kuvvetli bir benlik duygusu içerisinde doğrudan ifade eder. Bu evreyi Tanpınar “gazelden vatanî şiire” geçiş dönemi olarak adlandırır. Böylece “tasavvufî muhteva”nın yerini yavaş yavaş “ictimai fikirler”e bıraktığı görülür. Tasvîr-i Efkâr’da günlük hayat ve toplumsal meselelerle ilgili yazdığı yazılarla, “hak, millet, vatan, hürriyet, efkâr-ı milliye, efkâr-ı umûmiye, devlet-i meşrûte, millet meclisi” gibi kavramları yaygınlaştırmak ve fertlere kendi sorunlarıyla uğraşabilme bilincini aşılamak ister.  Böylece Türk şiirinde o güne kadar işlenmeyen “vatan ve millet sevgisi,” ve “hürriyet” gibi kavramları edebiyatın malzemesi yaparak “milli şair” pâyesine ulaşır. Divan şiirinin dünyasından ayrıldığı ve “vatan ve hürriyet şairi” olarak şöhret bulduğu bu dönemde Nâmık Kemal, Osmanlı coğrafyasının bütünlüğünün korunması fikrinin yaygınlaşmasını sağlar. Vatan yahud Silistre’deki meşhur “Vatan” şarkısı ve murabba ile Sırbistan ve Karadağ isyanları sırasında son şeklini alan Hürriyet Kasidesi adıyla tanınmış Besâlet-i Osmâniyye ve Hamiyyet-i İnsâniyye, vatanî şiirlerinin en önemlilerindendir.

Nâmık Kemâl eserlerinde yurt dışında bulduğu özgürlük ortamının ve Fransız aydınlanmasının etkisinde kalarak temel siyasal düzen konularını ele alır. Osmanlı devletinin sorunlarını ortaya koyarken, Batı felsefesi ile İslamiyet’i kaynaştırmaya çalışmıştır. Örneğin Osmanlılara siyasal haklar verilmesi ve parlamentolu bir hükümete gidilmesini isterken, bu düşüncesini Kur’an’daki meşveret usulüne dayandırır. Ona göre İslam siyaset felsefesi ile Batı siyaset teorisinin özünde birbirinden farklı olmadığını göstermek, Batı’dan alınacak herhangi bir kurumu, kavramı ya da teoriyi “ithal” ya da “taklit” olmaktan kurtaracak bir işleve sahiptir. Onun gazeteciliği, fikirlerini halkın geniş bir kesimine yayma arzusuyla yakından ilişkilidir. Ona göre önemli olan fikirlerin deklare edilmesi ve bu hususta halkın ikna edilmesidir. Bu yüzden bütün yazılanlar halkın eğitilmesi misyonuna sahip olmalıdır. Nitekim gazete yazıları dışında edebi eserlerinde de bu amacın ön plana çıktığı görülür. Ahlakçı bir tavırla, didaktik bir üslupla halka hitap etmeyi tercih eden yazar, gelenek ile modern arasında, geleneksel olanı modern bir şekilde sunmaya çalışır.

İslam Düşünürleri

Edebiyat Hakkındaki Görüşleri ve Edebî Eserleri

Nâmık Kemal Tasvîr-i Efkâr’da çıkan yazılarından itibaren muhtelif zamanlarda ve makalelerinde edebiyat ile ilgili görüşlerini belirtmiştir ve divan edebiyatından farklı yeni bir edebiyat fikrinin gerekliliğini ortaya koymuştur. Mukaddime-i Celâl adlı makalesinde, eski edebiyatı tenkit eder. Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir adlı makalesi ise yeni bir edebiyat fikrinin eski edebiyata karşı ilk edebî beyannâmesi olma değerini taşımaktadır. Bu makalede her şeyden önce edebiyatın tanımı üzerinde duran Nâmık Kemal, edebiyatın halkın eğitimindeki ve ilerlemesindeki öneminden bahsetmiş ve “edebiyat bir milletin bekâsıdır” yargısına varmıştır. Divan edebiyatının aksayan yönlerini vurgulayan yazar, eski edebiyatın halkın gündelik ihtiyaçlarından ve yaşantısından nasıl kopuk olduğunun altını çizmiştir. Divan edebiyatının beslendiği dilin ve hayal dünyasının gerçekçi olmadığının eleştirisini yapan Nâmık Kemal, bu makaleden itibaren edebiyatı her şeyden evvel bir dil meselesi olarak ele almıştır. Nâmık Kemal’e göre edebiyatın halkı eğitmek, düşünmeye sevk etmek, milli birliği kurmak, bilgiyi yaymak vb. mühim vazifeleri olmalıdır. Dolayısıyla halkın anlayamadığı “suni” bir dil ile bunu yapabilmek mümkün değildir. Divan şiiri, kelime oyunlarından öteye geçmeyen adına Türkçe bile denemeyecek bir dile sahiptir ve tam da bu yüzden bugünün ihtiyaçlarına cevap vermekte yetersiz kalmaktadır.

Nâmık Kemal’in en fazla eser verdiği edebî tür tiyatrodur. Diğer eserlerinde olduğu gibi tiyatrolarında da vatanseverlik, hürriyet, insan hakları, adalet ve zulüm gibi konuları işlemiş ve bu yönüyle Türk edebiyatında “ideolojiye dayalı edebiyat”ın öncülüğünü yapmıştır. Bu bağlamda tiyatronun toplum ve millet hayatındaki fonksiyonunu belirtmek için çeşitli makaleler yazmış, Mukaddime-i Celâl ile Osmanlı’da ilk defa tiyatronun nazariyatını yapmıştır. Böylece, “insan halini sahneye nakil ve orada taklit ederek ibret alınacak bir levha halinde göz önüne sermesi itibariyle en faydalı bir eğlence” olarak tarif ettiği tiyatroya büyük bir anlam ve görev yüklemiştir. “Tiyatro cihanın aynıdır” derken onu insan hayatını iyi ve kötü tarafları ile aksettiren bir ayna gibi ele almıştır. Bu “ayna”nın cemiyet üzerinde değiştirici etkisi vardır. Avrupa milletlerinde görülen büyük siyasî inkılâplarda ve medenî ilerlemelerde tiyatronun büyük tesiri olduğunu savunmuştur. Bu bağlamda topluma yeni fikirler getirmek isteyen, yeni meselelerin tartışma alanlarını genişleten Nâmık Kemal, makalelerinde işlediği “vatan sevgisi, hürriyet, hamiyet, insan hakları, İslâm birliği, aile ahlâkı” gibi konuları sokmuştur. Tiyatro eserlerinde ve makalelerinde ortaya koyduğu düşünceler, tarihi şahsiyetler, vatanseverlik gibi konular her şeyin üstesinden gelebilecek bir “kahraman”ın varlığına dayanmaktadır. Büyük bir davayı sahiplenen bu kahramanlarda bireysel arzular ve isteklerle toplumsal görevler ve sorumluluklar daima çatışma halinde yer almaktadır. Ancak nihayetinde kahramanlar kendi saadetlerini toplumsal bir gaye ve devletin bekâsı uğruna feda etmişlerdir. Melodramatik unsurların öne çıktığı bu oyunlarda aşk ve ihtiras merkeze alınmış ve kişiler ya tamamıyla iyi ya tamamıyla kötü gösterilirken kahramanların ruh halleri tabii olarak değil daima en aşırı derecesiyle ifade edilmiştir. Örneğin, Vatan yahut Silistre oyunu ile Türk milletinin “vatan” kavramının bilincine vardığını iddia etmekte, bu bilinçle muazzam bir heyecan yaratan eserinin Türk tiyatrosunu bulunduğu seviyeden çok ileriye götürdüğünü düşünmektedir. Celâleddin Harzemşah adlı eserinde ise Celâl’in şahsında, vatan uğrunda ferdî arzu ve duygulardan vazgeçmenin tam bir örneğini yaşatması neticesinde İslâm birliği fikrini, Moğol istilâsı karşısında İslâm âlemini korumaya çalışan Celâl’in ağzından kuvvetli bir şekilde dile getirmiştir. Her iki eser de Nâmık Kemal’in fikri temayüllerinin eserlerini nasıl şekillendirdiğini örnekler niteliktedir.

İntibah ve Cezmi ile Türk edebiyatına yeni girmiş olan roman türünü okuyucularına tanıtma ihtiyacı duymuş ve “nitelikli bir roman nasıl olmalıdır?” sorusunu cevaplamaya çalışmıştır. Romana dair yaklaşımlarında onun “yeni” bir tür olduğu meselesi üzerinde sıklıkla durmuştur. Romanı sadece birtakım macera ve olayları anlatmaktan ibaret sanan zihniyete karşı çıkarak romanı roman yapan vasıf ve ölçüleri öğretmeye çalışan Nâmık Kemal’e göre gerçek manasıyla romanın üç temel boyutu vardır: Baştan geçen, yaşanılan bir macera yahut vaka; onun içinde yer alan insan, o insanın dış görünüşü ile portresi ve iç âlemi; bu ikisine zemin teşkil eden dış mekân ve sosyal ortam. Nâmık Kemal, Magosa’da iken yazdığı İntibah-yâhud-Sergüzeşt-i Alî Bey adlı eseriyle roman türüne dair söylediği söz konusu ölçüleri uygulamaya çalışarak bir örnek vermek istemiştir.

Hayatı boyunca siyasi duruşu, yüklendiği toplumsal misyon, fikri özgürlüğe verdiği önem ve eserlerindeki muhteva ile daima iktidarla çatışma hali içerisinde olmuştur. Bu çatışma halinin bir başka veçhesini ise Batılılaşma ve sonrasında gerçekleşen değişim süreci oluşturmuştur. Bu süreci bir “sadme” hali olarak yorumlayan Nâmık Kemal, Tanzimat’ın getirdiği “ikilik” halini eserlerinde incelemiştir. Eserlerinin birçoğu sansüre uğramış olsa da çok velut bir yazar olması hasebiyle devrinin okuyucusu tarafından yakında takip edilmiştir.

Temel Soruları

  • Batı medeniyeti karşısında Osmanlı medeniyetinin konumu ne olmalıdır?

  • Osmanlı coğrafyasının bütünlüğü nasıl korunabilir?

  • Unutulmuş bir geçmişi hatırlamada İslami düşüncenin ve birikimin nasıl bir rolü vardır?

  • Hürriyet-i efkârdan bahsetmek mümkün müdür?

Öne Çıkan Eserleri

  • Vatan yahut Silistre: Klas Yayınları, İstanbul 2004.

  • Zavallı Çocuk: Klas Yayınları, İstanbul 2004

  • Akif Bey: Özgür Yayınları, İstanbul 2012.

  • Celâleddin Harzemşah: Akçağ Yayınları, Ankara 2010.

  • Gülnihal: Özgür Yayınları, İstanbul 2012.

  • İntibah: Özgür Yayınları, İstanbul 2012.

  • Cezmi: İnkılap Yayınları, İstanbul 2008

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu