Hayatı

935/1529 yılında Edirne’de dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Muhammed bin Fethullâh bin Ebû Tâlib’tir. Şiirlerinde Hz. İsâ’da tahakkuk eden hayat ve diriltme nispetlerine işaretle Muhyî mahlasını kullanmış, Gülşenî tarikatına mensubiyeti sebebiyle Muhyî-yi Gülşenî, Acem Muhyî veya Acem Fethioğlu olarak da anılmıştır. Dedesi Uzun Hasan (ö. 882/1478) hâkimiyetinde Şiraz bölgesinde ticaretle meşgul olmuş, Şah İsmâil’in (ö. 930/1524) Tebriz’e girmesi neticesinde öldürülmüş, İbrâhîm Gülşenî’nin müridi olan bir sûfidir. Babası Fethullâh ise XVI. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’ne sığınarak Edirne’ye gelmiş, Ekmekçizâde ailesi olarak tanınmıştır. Babası Kanûnî devrinde siyasî nüfuzundan kaygılanılması ve vahdet-i vücûd düşüncesine yönelik itirazlar sebebiyle İstanbul’a getirilen İbrâhîm Gülşenî’nin tahkikatında yer alan heyette bulunmuş yüksek ilim erbabı arasında yer almıştır. Öte yandan Uzun Hasan döneminde İbrahim Gülşenî’ye (ö. 940/1534) bağlanarak Halvetî, Edirne’ye geldiğinde ise Ubeydullah Ahrâr’ın (ö. 895/1490) halifelerinden Hâce Kâsım’a intisâb ederek Nakşî bir yol takip etmiştir. Annesi Zâhide Hanım ise ölümüne yakın Kübrevî şeyhi Abdullatîf Câmî’ye intisab etmiştir. İbrâhîm Gülşenî’nin çocuk yaşta olan Muhyî için gıyabında “oğlum” demesi, İbrâhîm Gülşenî’nin oğlu Ahmed Hayâlî (ö. 977/1570)’nin ise “o bizim katımızda büyüktür” şeklindeki iltifatı ile Muhyî’nin Gülşenîlikle teberrük ve işaret üzere ilk ilişkisi gerçekleşmiştir. Muhyî’nin daha sonra Halvetî-Gülşenî Âşık Mûsâ, Nakşî-Ahrârî Hâce Kâsım ve Hâce Muhammed gibi sûfîlerle temasları olmuştur. Gençlik yıllarında vahdet-i vücûd düşüncesiyle; İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’i ve Dâvûd-ı Kayserî ile Kâşânî tarafından bu esere yazılan şerhler ile meşgul olmuştur. Edirne’de medrese öğrencisi olduğu dönemde Rumeli Kazaskeri Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi (ö. 954/1547) ile Üçşerefeli Câmi’de karşılaşmış ve İbnü’l-Arabî hakkında tartışmıştır (1545).

Edirne’de Üçşerefeli ve Bâyezid medreselerini tamamladıktan sonra yüksek tahsilini yapmak üzere İstanbul’a Sahn-ı Saman medreselerine gelmiş ve bu dönemde Gelibolulu Sürûrî (ö. 969/1562) ve Ebû Suud Efendi’nin (ö. 982/1574) derslerinde bulunmuştur. Tahsil zamanlarında vahdet-i vücûda dair görüşleri sebebiyle katledilen Gülşenî şeyhi Muhyiddîn Karamânî (ö. 957/1550), Nakşî Hakîm Çelebi, Nakşî-Ahrârî şeyhleri Şeyh Ahte, Muhammed-i Semerkandî, Baba Haydar (ö. 1550), Muhammed-i Lâcivert-şûy, Hâce Îsâ-yı Fâzıl gibi sûfilerle temasları olmuştur. İstanbul’daki tahsili bittiğinde Edirne’ye dönmüş ve Abdullatif Câmî’ye intisap etmiş, kendisinden Mesnevî okumuş ve Kübrevî hilâfeti almıştır.

Muhyî-yi Gülşenî, ilmî hayatı yanında şiirle meşgul olmuş, Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler kaleme almış, manzum tarihler düşmüş, aruz ve kafiye konusunda eserler yazmış, Farsça kabiliyeti nedeni ile “küçük Acem”, tarih düşme konusundaki mahareti nedeniyle de Ebüssuûd Efendi tarafından da “sâhib-i târîh” diye anılmıştır. Zâtî (ö. 953/1546), Ârifî Fethullah Çelebi (ö. 969/1561-62 [?]), Âşık Çelebi (ö. 979/1572), Sehâbî (ö. 971/1564), Hayâlî Bey (ö. 964/1556-57), Kıyâsî (ö. 998 [?]/1590’lar), Rızâî (ö. 987/1579) gibi şairlerle temasları olmuş, şiirlerini Kapıağası Haydar Ağa vasıtasıyla Kânûnî’ye dahi sunmuştur.

Medrese eğitimini bitirdikten sonra Mısır’a kadı olarak atanan Bâkî Efendi’nin nâibi olarak Kahire’ye gelmiştir. (960/1553) Burada İbrâhîm Gülşenî’nin oğlu Ahmed Hayâlî’nin tekkesine devam etmiş, şeyhi Abdullâtif Kudsî’nin vefatından sonra ise Ahmed Hayâlî’ye intisap edip hilafet alarak İbrâhîm Gülşenî Türbesi’nde türbedarlık vazifesini ifa etmiştir.

963/1556 tarihinde şeyhiyle beraber İstanbul’a seyahat ederek padişah, devlet ricali, ulemâ ve erbâbı tarikat ile görüşmelerde bulunmuşlardır. Şeyhi tarafından İstanbul’da şeyhlik yapması için bırakılsa da bu görevi ifa etmemiş ve o da Mısır’a dönmüştür. Daha sonra izin isteyerek Hac için Mekke’ye hareket etmiş, dönüşünde şeyhinin kızı ile evlenmiştir. Mısır’da nâzır-ı nuzzârlık vazifesinde bulunmuş, bir yandan da tekkede İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ’nın bazı eserlerini okutmuştur. Mısır’da Ahrâriyye’den Molla Câmî’nin kız kardeşinin oğlu Muhammed Emîn ve Abdullah-ı A‘mâ-yı Semerkandî, Yesevî şeyhi Emîr Nûr Muhammed gibi sûfîlerle irtibatları olmuştur. Cemâleddîn-i Hazrecî’den şiir, felekiyyât ve vefk ilimlerine dair dersler almıştır. Ölünceye kadar şeyhi Ahmed Hayâlî’nin yanında hizmette bulunan Muhyî, vefatından sonra şeyhinin hayatta iken hilafetine işaret ettiği oğlu Ali Safvetî’ye biat etmiştir. Bu dönemlerinde İmâm Şâfiî’nin makamında uzlete çekilmiş ve burada Menâkıb-ı İbrâhîm Gülşenî’yi ikmal etmiştir. 1013/1604-05’de vefat eden Muhyî, Kahire Gülşenî dergâhında İbrahim Gülşenî ve Ahmed Hayâlî’nin bulunduğu türbeye defnedilmiştir.           

Öğretisi

Muhyî-i Gülşenî, divân sahibi bir şâir, yeni bir yapay dil mucidi, Nakşîlik ve Gülşenîlik ilgili menâkıbnâme müellifi olmanın yanında, hemen hemen bütün eserlerindeki Ekberî etki ile öne çıkan bir Osmanlı âlimidir. Türkçe, Arapça ve Farsça olarak başta şiir, gramer, retorik, tarih, hadis, tefsir, siyaset ve kelam olmak üzere farklı alanlarda iki yüze varan eser kaleme almıştır. Eserlerinin neredeyse tamamında, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem ve el-Fütûhât’ı zemininde takip ettiği vahdet-i vücûd, ilâhî isimler, merâtibu’l-vücûd, velâyet-nübüvvet, ricâlu’l-gayb konusundaki görüşlerini izlemiştir.

Dil Bilim

Muhyî’yi tarihte yegâne kılan en önemli eserleri 1566-1574 arasında tamamladığı ve “dilsizlere hayat veren” ya da “lisân-ı Muhyî” anlamına gelen ve keşfen icat ettiğini söylediği Bâleybelen adlı yeni dil ile ilgili risâleleridir. Muhyî bu dili ilâhî ilimler hazinesinden çıkartıp inşa ettiğini, bu konudaki bilgilerini Allah’ın ilâhî bir mevhibe ve ilham olarak verdiğini, bu dil ile harflerin, dillerin ve ilâhî isimlerin esrarının izhar edilmiş olduğunu söyler. Muhyî bu dili, kendi gönlünde taşıdığını ve saklamaya tahammülü kalmayarak izhar ettiğini ifade eder. “Lügât-ı garîbe ve kelimât-ı acibe” olarak vasfettiği bu dili, emaneti ehline intikal ettirmesine yönelik verilen ilahî işareti alması neticesinde inşa ettiğini belirtir. Bu dil, hem irfânî manaları ehil olmayanlardan koruyan bir araç hem de yüce manalara vasıta olmuş Türkçe ve Farsçayı, Arapçanın dizilişi ile birleştiren üst bir hakikat dilidir. Şeyhi Ahmed Hayâlî’nin bizzat teşvikiyle icat edilen bu yeni dilin temel gayesi ise Allah’ın ve ilâhî isimlerin yeni bir dil ile tevhid ve tazim edilmesidir. Muhyî eserlerinde, bu dile ifade edilen ilâhî isimlere, ism-i azama, bazı dualara ve virtlere de yer verir. Muhyî, Bâleybelen’e dair hepsi Türkçe kaleme alınan risalelerde, dilin doğuşuna dair tartışmalar, sosyal varlık olarak dilin işlevi, dillerin birbirlerine göre üstünlükleri, birbirinden farklılıkları, lafız-delalet ilişkisi, Bâleybelen’in yapı bilgisi, söz dizimi, isimler, fiil kipleri ve ekler, zamirler, masdarlar, harfler ve metafizik değerleri, sayılar, kafiye gibi meseleleri tartışmıştır. Muhyî ayrıca şiir ve kafiyeye dair Bünyâd-ı Şi‘r-i Ârif, Arûz-ı Kebîr gibi eserler de kaleme almıştır.

Ahlâk ve Siyâset

Muhyî’nin bir diğer önemli niteliği ahlâk ve siyaset literatürüne yaptığı katkıdır. Oğlu Muhammed ve Şeyhi Ahmed Hayâlî için teberrüken bir seçki olarak kaleme aldığını ifade ettiği Ahlâk-ı Kirâm ve III. Murâd’a sunduğu eseri Sîret-i Murâd-ı Cihân, İbn Miskeveyh’in Arapça’da, Nasîruddin Tûsî, Celaleddîn Devvânî ve Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin Farsça’da sürdürdüğü, Aristo’dan Nasîruddîn Tûsî’ye kadar gelen amel-i hikmet geleneğinin, Kınalızâde’nin Ahlâk-ı Alâî’si ile birlikte Türkçede en önemli temsili niteliğindedir. Sîret-i Murâd-ı Cihân, Sultân Murâd Han’ı öven methiye bölümlerinin ardından, akâide dair manzum bir giriş ve amelî hikmete dair nazım ve nesir karışık olarak yazılan bir diğer bölüm olmak üzere iki kısım ve bir hatîmeden oluşur. Eserin amelî hikmete dair bölümleri klasik tertibe göre (ahlâk-ı nefs, tedbîr-i menâzil ve siyâset-i medîne) dizilmiş ve konular yer yer mesnevi tarzında manzum olarak ele alınmıştır. Sîret-i Murâd-ı Cihân’da Ahlâk-ı Kirâm’dan farklı olarak ev yönetimi meselesi başlıkta yer alsa da konu olarak işlenmemiştir. Muhyî’nin eseri de Kınalızâde’ninki gibi özellikle Ahlâk-ı Nâsırî’yi temele alarak, insan tabiatından hareketle pratik felsefenin ferd, aile ve siyaset düzlemlerinde ortaya çıkan meselelerini tartışır. Fârâbî’yi takip ederek faziletli şehrin yönetimini, insanın nâtık varlık oluşu sebebiyle nefs teorisinden hareketle düşünce gücü üzerine bina eder. Muhyî-î Gülşenî, bu eserlerinde konuyu yeni bir problematiğe taşımaktan çok, manzum ilavelerle başlıkları zenginleştirmiştir. Genel olarak konuları Ahlâk-ı Nâsırî’den tercüme etmekle ve yer yer de özetlemekle yetinmiş ve ancak bu yönüyle felsefî ahlâk geleneğinin sürekliliğine katkı sunmuştur. Sîret-i Murâd-ı Cihân, ahlâk-ı nefs konusuna hikmetin tarifi, amelî hikmetin kaynağı olarak insanî tabiat ve nefsin yaşam programı (sîret-i nefs) konusundaki tercihleri ile başlar. Sonra hikmet, şecaat, iffet adalet, ilim amel ilişkisi, pir bulmak, hizmet, düşmanlık, dostluk, sır saklamak, bütün eşyaya hürmet, tahammül şefkat, cimrilik ve cömertlik, gıybet, doğruluk, zikr, susmak ve konuşmak, zühd, vefa, uluların örnek ahlâkı, haset, buğz, kin, nefis mertebeleri, fakr, dünyanın faniliği, nefsi kınamak, oyun eğlenceden kaçınmak, edeb, İslam, iman, ihsan gibi konuları ele alır. Şehrin yönetimi konusunda ise insanın toplumsal fiillerini, bu fiillerin yetkinleşmesi için gerekli olan şehir ve sosyal ilişki ağlarının nasıl üretilebileceğini tartışır. Beşerî kuralların temeli ve ilkeselliği (adâb/kanûn/rusûm, nevâmis), birlikteliğin nedeni olarak yardımlaşma ve sevgi, şehir türleri, şehrin yönetimi ve idrak ilişkisi, toplumsal tabakalar ve yönetim tarzları, toplumsal sınıflar ve siyasi beden olarak toplumun tabiatı gibi sorunlar etrafında değerlendirmelerde bulunur.

Tasavvuf

Muhyî, tasavvufî tecrübe ve görüşlerini doğrudan işlediği menâkıbnâme türü eserler yazıcılığı yönü ile de önemli bir mütefekkirdir. Menâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî adlı eserinde Akkoyunlu, Safevî, Memlûklu, Osmanlı gibi devletlerin yönetimlerinin birbirleri ile ilişkileri zemininde tekke, medrese ve devlet ilişkilerini bir tarikat pîrinin zaman ve mekândaki yolculuğu ve kerametleri etrafında ele alır. Şeyhi Ahmed Hayâlî’nin isteği üzerine 977/1569’te başladığı ve 1013/1604’te bitirdiği eser, Halvetîliğin İslam dünyasında yayılma süreçleri başta olmak üzere, Mevlevîlik ve Gülşenilik ilişkisine, Tebriz, Mısır ve İstanbul’daki tasavvufî muhitlere, dönemindeki İbnü’l-Arabî ve Fusûsu’l-Hikem hakkındaki tartışmalara, İbrâhîm Gülşenî’nin Herat’ta Molla Câmî (ö. 898/1492), Şirâz’da Celâleddin-i Devvânî (ö. 908/1502) ile görüşmelerine kadar birçok mesele ve olay açısından kaynak niteliğindedir. Muhyî eserde ayrıca tarikat usûl ve erkânından, şeriat-hakikat ilişkilerinden, rüya yorumlarından, öznel tasavvufî tecrübelerinden bahseder. İbrâhîm Gülşenî’nin Kânûnî döneminde Sadrazam Maktul İbrâhîm Paşa (ö. 942/1536)’nın iradesi sonucu İstanbul’da gerçekleşen tahkikatına ve Şeyhulislâm Kemâlpaşazâde (ö. 940/1534) ve Muhyiddîn-i Fenârî (ö. 954/1548) başta olmak üzere ulemâ ile görüşmelerine ve Kânûnî devrinde ortaya çıkan vahdet-i vücûd düşüncesi etrafında gelişen yaklaşımlara ışık tutar.

Muhyî’nin menâkıb literatürüne dair bir diğer eseri de Fahreddin Safî’nin (ö. 939/1532-33) Nakşîliğin hâcegân silsilesine dair kaleme aldığı Reşehât-ı Aynü’l-Hayât adlı eserine 1570 yılında yaptığı Reşehât-ı Muhyî adlı telif-tercümesidir. Eser Ahrârî Nakşîlik’in Anadolu’daki sürecini bizzat kendi şahitlikleri üzerinden ele alması sebebiyle temel kaynak niteliğindedir. Özellikle Edirne’de Hâce Kâsım ve Hâce Muhammed, İstanbul’da Hâce Îsâ-yı Fâzıl, Şeyh Ahte, Hâfız Muhammed-i Semerkandî, Muhammed-i Lâciverd-şûy, Baba Haydar, Mısır’da Mevlânâ Muhammed Emîn ve Abdullâh-ı A’mâ-yı Semerkandî gibi temaslarının olduğu Ahrârî şeyhleri hakkında verdiği bilgiler açısından yeganedir. Öte yandan eserde Muhyî, ilk şeyhi olan Abdullatîf-i Câmî’den ve Gülşenî şeyhi Muhyiddîn-i Karamânî’den de bahseder. Eser şeriat-hakikat kavramları üzerinden tekke-medrese ilişkilerine ışık tutarken, sûfî meşrepli ulemadan da bahseder. Çivizâde ve Ebüssuûd Efendi gibi şeyhülislâmların tasavvufa ve büyük sûfî mürşitlere bakışı hakkında bilgiler verir.

Muhyî’nin İbnü’l-Arabî düşüncesi ve vahdet-i vücûd zemininde ilâhî isimler meselesine atıf yaptığı eserlerinden biri de Nefhatü’l-Eshâr’dır. Ona göre Hakk’ın ilâhî isimleri âleme zuhur etmiş, Hz. Âdem de bütün ilâhî isimleri toplayıcı olmakla meleklerin secdesine mazhar olmuştur. İnsan esmâ tecellileri ile doludur. Bu sebeple melekler insanın azalarına hizmet, suretine de secde ederler. Muhyî, bu manzum eserinde aşk konusunu, tarikat intisabı ve seyr u sülûkunu, şeyhini, öznel sûfî tecrübelerini anlatır. Özellikle Mısır’da kendisinden ilim tahsil ettiği hocası Cemâleddîn-i Hazrecî’nin miraca dair değerlendirmeleri öne çıkar. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’inden bahseder ve el-Fütûhât’ta zikrettiği ve Mevlânâ’nın da işaret ettiği âlem-i simsime meselesine değinir. Bu konuyu ayrıca Simsimetü’l-Musavver adlı eserinde de el-Fütûhât’taki ilgili bölümden hareketle telif-tercüme üslûbunda tekrar ele alır.

İbnü’l-Arabî’nin etkisinde aşk, vahdet-i vücûd, merâtibu’l-vücûd, ricâlu’l-gayb, ilâhî isimler, nübüvvet-velayet gibi temel düşünceleri işlediği ve ruhânî yükselişi peygamberlerde tahakkuk eden hikmetler üzerinden anlattığı mesnevi türü bir diğer eseri İhsânnâme’dir. Bir hikâye olan eserde ferdî tasavvufî tecrübeleri üzerinden “İslâm, İmân ve İhsân” kavramları merkezinde, Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ındaki Şeyh San‘an’ın hikâyesine benzer bir şekilde yaşlı bir derviş ve sevdasına tutulduğu ve iman etmesi için mücadele verdiği Hristiyan bir genç arasında geçen olayları anlatır. Muhyî’nin İbnü’l-Arabî düşüncesi izleğindeki eserlerinden bir diğeri Risâle-i beyne'l-işâneyn’dir. Burada Hz. Peygamber’e (sas) bir bedevinin sorduğu “Allah âlemi yaratmadan evvel neredeydi?” diye sorusuna verdiği “Altında üstünde hava bulunmayan bir amâda idi” hadisinden hareketle Ekberî gelenekteki lâ-taayyün mertebesini ve varlık mertebeleri tasnifini izah eder. Risâle fi esmâillahi'l-hüsnâ ve İttihâd-ı esmâ be-hüvviyet-i müsemmâ adlı eserlerinde ise el-Fütûhât’ta geçen ilâhî isimlerin muhaveresi konusunu ele alır. Aşk, ilâhî isimler, merâtibu’l-vücûd gibi meselleri Farsça olarak ele aldığı bir diğer eseri de Kitâb-ı Me’âb’dır. Bunlara ek olarak Muhyî, Kahire Gülşeni tekkesinde Fusûsu’l-Hikem, Mesnevî, Lema‘ât ve kendisinin Meşâhidu’l-Vücûd’u okuturken ortaya çıkan müşkiller neticesinde dervişlerin talebi üzerine nübüvvet ve velâyet ilişkisine, on iki makam olmak üzere velâyet mertebelerine dair Füyûzu’l-Velî isimli eseri kaleme almıştır. “Peygamberin Hakk ile muamelesine velâyet, melekle muamelesine nübüvvet, halkla muamelesine risâlet denir” ifadesi ile başlayarak meseleyi izaha çalışır.

Muhyî’nin Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile ilişkisi de çok belirgindir. Mesnevî’yi hem okumuş hem okutmuş hem de ondan ilhamla Mevlevî adında bir eser kaleme almıştır. Hatta ilk çalışmalarından olan ve kuvvetle bağlı kalacağı ilkeleri topladığı Silsiletü’l-Aşk adlı eserinin temel cümleleri İbnü’l-Arabî düşüncesi yanında Mevlânâ’nın aşk fikri etrafında döner.

Dinî İlimler

Muhyî’nin sûfî yaklaşımla ele aldığı hadis tercüme ve şerhleri vardır. Buhârî ve Müslim’den yüz hadisin manzum tercümesini yaptığı Gül-i Sad-Berg ve Hafız el-Münzirî’nin (ö. 656/1258) Erba‘ûne hadîsen fî İstınâ‘i’l-ma‘rûf beyne’l-müslimîne isimli kırk hadisinin tercümesi olan Şerh-i Hadîs-i Erba‘în bunlar arasındadır. Yine tefsire dair Tefsîru Sûreti’l-Kadr, kelama dair Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın girişine de koyduğu Risâle fi’l-Akâid, hac menâsikine dair Muhyiddîn-i Lârî’nin Fütûhu’l-Haremeyn adlı eserinin tercümesi olan Hedyu’l-Haremeyn din ilimlerine dair eserleri arasından bir kaçıdır.

Tarih

Muhyî’nin Mısır Beylerbeyi Hafız Ahmed Paşa’nın Gazâle bedevilerinin isyanını bastırılmasını anlattığı Gazâlenâme gibi tarihi vakıalara dair Türkçe bir eseri de mevcuttur.

Temel Soruları

Muhyî-i Gülşenî’nin en temel sorunu vahdet-i vücûd düşüncesinden hareketle Tanrı, insan ve âlemi anlamaktır. Bu doğrultuda İbnü’l-Arabî’nin başta Fusûsu’l-Hikem ve el-Fütûhât’ta tartıştığı meseleler özellikle de Allah ve ilâhî isimler arasındaki ilişki sistematiği Muhyî’nin sahici gündemini teşkil eder. Hemen hemen bütün metinlerinde ilâhî isimlerin zuhurunu ve birbirleri ile ilişkilerini ele alır. Eserlerinde görülen en temel uğrak da merâtübu’l vücûd taksimi açısından Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinin, merâtibu’n-nefs düzleminde yani insânî/sûfî tecrübede nasıl karşılık bulduğu meselesidir. Eserleri neredeyse buna dair referanslar etrafında döner. İrfân olarak ifade edebileceğimiz bu arayışını, rüyâlarından ve seyr u sülûk sürecine kadar aktardığı bütün haberlerin hedefi ve Halvetî-Gülşenî ve Nakşî-Ahrârî ricâline dair yazdıkları menâkıbnâme metinlerinin gayesi olarak görmek mümkündür. Merkezinde İbnü’l-Arabî, vahdet-i vücûd ve ilâhî isimler olan bu fikri bütünlüğün diğer parçaları nübüvvet-velayeti ricâlu’l-gayb ve aşk gibi konulardır.  İcad ettiği yapay dil bile irfânî bir tecrübenin sonucu olarak eşyâ-isim ilişkisinin yeniden inşa edildiği,  Muhyî mahlasında da anlamını bulan canlı ve can veren bir üretimdir. Muhyî’nin, tabaka tabaka mertebeler, iç içe geçen âlemler ve varlık düzeylerinden ibarettir olan evrenindeki çoklukta tek bir hakikat zuhur eder, o da Hakk’ın varlığıdır. Muhyî hem sûfî hem de bir âlim kimliği ile varlık düzeylerindeki bu aynî tahakkuku, zihni gayretiyle ilmî, eserleriyle ile de lafzî uzama taşımaya çabalamıştır. Eserlerinde göze çarpan en belirgin özelliği, ilâhî isimler ve tecellilerine yönelik merkezi yaklaşımıdır. Tasavvufa dair metinlerinden Bâleybelen’e kadar bütün eserlerinde bunu görmek mümkündür. Her eserine ebced değeri üzerinden ad koyması, varlıktaki zamansal nispeti ismî tahakkukla birleştirmesi, “isimlendirme” konusundaki aynı tutumun bir göstergesi olarak okunabilir.

Öne Çıkan Eserleri

  • Füyûzü'l-Velî.

  • Reşehât-ı Muhyî, haz. Mustafa Koç, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul: 2014.

  • Hedyu’l-Harameyn.

  • Bâleybelen Risaleleri:

  • Bereme’y-Kâbe’y-Nele.

  • Keveme’y-Vünâ e Neveme’y-Zünâ.

  • Zimiye Beremâ Beniye Neremâ.

  • Lebeme’y-Velâ sir Kâbe’y-Mevlâ.

  • İzhâr-ı Ezmâr-ı Mâ-tekaddem ve Keşf-i Estâr-ı Merci ‘ün-ileyh-i Mübhem.

  • Yâ-Haşeme’y-Bezem de‘y-Ezenâ’y-Mili’er.

  • Tâfe Bûyâ.

  • Kereme'y-Âd.

  • Zâte’y-Vekeşâ ve Hâte’y-Bekeşâ.

  • Kitâb-ı Pîre Fân-Beben.

  • Masâdır-ı Elsine-i Erba‘a.

  • Şâmilu’l-Luga.

  • Bünyâd-ı Şl‘r-i Ârif: Bâleybelen: Muhyî-i Gülşenî İlk Yapma Dil, haz. Mustafa Koç, Klasik Yayınları, İstanbul 2005.

  • Sîret-i Murâd-ı Cihân: “Abdullah Arı, Muhyî-i Gülşenî, Eserleri ve Sîret-i Murâd-ı Cihân (inceleme-metin)”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Manisa 2010.

  • Ahlâk-ı Kirâm, haz. Abdullah Tümsek, İnsan Yayınları, İstanbul 2004.

  • Nefhatü’l-Esrâr.

  • İttihâd-ı Esmâ be Hüvviyet- Müsemmâ.

  • Simsimetü’l-Musavvere.

  • İhsânnâme: Mustafa Koç, “16. Yüzyıl’da Kaleme Alınmış Bir Aşk Metni: Muhyî-i Gülşenî’nin İhsânnâme Adlı Mesnevîsi”, Kutadgubilig: Felsefe-Bilim Araştırmaları, sy. 8 (2005), s. 185-237.

  • Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, nşr. Tahsin Yazıcı, TTK Yayınları, Ankara 1982.

  • Menâkıb-ı İbrâhîm-i Gülşenî: haz. Mustafa Koç, Eyüp Tanrıverdi, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul 2014.

  • Risale-i Beyne'l-İşaneyn.

  • Risale fi Esmaillahi'l-Hüsna.

  • Mevlevi.

  • Gül-i Sad Berg.

  • Şerh-i Hadîs-i Erba‘în.

  • Tefsîru Sûreti’l-Kadr.

  • Risâle fi’l-Akâid.    

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu