Hayatı

Molla Cîven günümüzde Hindistan’ın merkez şehirlerinden biri olan Leknev civarındaki Emîte köyünde 1047/1638 yılında dünyaya geldi. Sâlih Peygamber’in soyundan gelmesi sebebiyle es-Sâlihî ve Mekke’den Hindistan’a giderek bu bölgeye yerleşen Şeyh Abdullah el-Mekkî’ye dayanan bir âileye mensup olduğu için de el-Mekkî olarak nisbelendirilmiştir. Babası tarafından yetiştirilen ve hafızlığını tamamlayan Molla Cîven on üç yaşında babasını kaybetti. Medrese eğitimini Muhammed Sâdık es-Sitergihî’nin yanında tamamladı ve Mevlânâ Lütfullah Cihanâbâdî’den ders aldı. 22 yaşında mezun olduktan sonra doğduğu köyde uzun süre hocalık yaptı. 40 yaşında Ecmir’e ve sonrasında Delhi’ye gitti ve bu şehirlerde dersler verdi. Çok sayıda öğrencinin onun derslerine katıldığı belirtilmektedir. Molla Cîven 55 yaşında hac vazifesini yerine getirmek üzere Mekke’ye gitti ve beş yıla yakın bir süre orada kaldı. Arkasından Hindistan’a dönmeye karar vererek Dekken şehrine yerleşti. 1112/1700 senesinde ikinci kez hacca gitti. Burada bulunduğu sırada Sahîhayn’ı şerhleri ile birlikte okuduğu ifade edilmektedir. Yaklaşık dört yıl sonra 1116/1704 yılında doğduğu köye geri döndü ve burada Kâdiriyye tarikatına intisap ederek hırka giydi. İki yıl kadar köyünde yaşadıktan sonra kendisine hürmet gösteren bir öğrenci ve mürit topluluğu ile birlikte Delhi’ye gitmek için yola çıktı ve bu yolculuk sırasında Sultan I. Bahadır Şah ile Ecmir’de karşılaştı. Hükümdârın daveti üzerine Delhi’ye gitmekten vazgeçerek onunla birlikte Lahor’a gitti ve bir süre orada kaldı. Sultanın vefât etmesi sebebiyle yeniden Delhi’ye gitmeye karar verdi. Bu şehirde Bâbürlü Sultanı Ferruhsiyer’in (ö. 1124/1713) takdirini kazandı ve vefatına kadar hocalık yaptı. Molla Cîven 9 Zilkade 1130 (4 Ekim 1718) tarihinde vefât etti.

Öğretisi

Molla Cîven Bâbürlüler döneminin tanınmış Hanefî fakihlerinden biridir. Ömrünü başta kendi köyü olmak üzere devletin ilim merkezleri sayılan Leknev ve Delhi’de hocalık yaparak geçirdiği, kadılık gibi görevlerden uzak durduğu anlaşılmaktadır. Onun en meşhur çalışması, Ebû’l-Berekât en-Nesefî’nin (ö. 710/1310) fıkıh usûlü sahasındaki eseri Menârü’l-envâr’ına yazdığı Nurü’l-envâr adlı şerhidir. Şerhini 1105/1693 yılında Medine’de ikâmet ettiği dönemde iki ay gibi kısa bir sürede hazırlamıştır. Bu eser Hindistan’daki Hanefî fıkıh çevreleri arasında kabul görmüş ve Bâbürlü medreselerinde esas alınan Ders-i Nizâmî adlı müfredâta dâhil edilmiştir. Halen Hindistan ve Pakistan’daki medreselerde okutulan Nurü’l-envâr, tedrisi günümüzde dahi devam eden bir çalışmadır.

Molla Cîven şerhinde dört büyük mezhebin görüşlerine yer vererek metni geliştirmiş, mezhebin dayandığı delilleri arz etmiş ve bir meseleye dair fıkıh usûlü eserlerdeki farklı yaklaşımlara işaret etmiştir. Kerhî ve İsâ b. Ebân gibi Hanefî mezhebinin merkez simâları arasındaki tartışmalara da şerhinde yer vermiştir. Bu eser hakkında yapılan araştırmalarda Molla Cîven’in konuları işlemesi bakımından açık, kolay anlaşılır ve tekrara düşmeyen bir üsluba sahip olduğu kabul edilmektedir. Molla Cîven çoğu zaman cedelci üslûptan da kaçınmış, meseleleri çok sayıda örnek vermek suretiyle açıklamayı bir telif tarzı olarak benimsemiştir. Uranîler hadisi hakkında yaptığı geniş açıklama yahut da hâs kavramını tartışırken taʻdîl-i erkânı Şâfiî gibi farz kabul eden Ebû Yusûf’un görüşlerini ele alması, bu konuda verilebilecek onlarca örnekten sadece birkaçıdır. Nurü’l-envâr’da, fıkıh usûlüne yönelik tartışmaların furû-i fıkıhtaki sonuçlarını göstermek üzere verilen çok sayıdaki örneğin bu eserin medreselerde okutulmak üzere seçilmesinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Molla Cîven’in bazı meselelerde Nesefî’yi tenkit ettiği hususlar da bulunmaktadır. Mesela Nesefî’nin edâyı kâmil ve kâsır olmak üzere ikiye taksim etmesini eleştirmiş, mutlak olarak edâ için bu taksimin geçerli fakat kazâya benzer olan edâ için isâbetli olamayacağını ileri sürmüştür. Bu konuda verdiği örnek ise cemaatle namazdır. Ona göre, namazını cemaate katılarak kılan kimse kâmil edâ ile, evinde münferit olan kişi de kâsır edâ ile eda eder. Namaza imamla birlikte başladığı halde mazereti nedeniyle ara vermek zorunda kalarak namazın bir kısmını imamla birlikte kılamayan lâhik ise kazaya benzer edâ ile namazın vücûbiyetini yerine getirir. Halbuki Nesefî’nin taksimi sözü edilen bu durumu kapsamamaktadır. Kazânın da maʻkûl ve gayrı maʻkûl olmak üzere ikiye ayrılmasını uygun görmeyen Molla Cîven, edâya benzer kazanın bu taksim içerisinde yer bulamayacağını kabul eder.

İctihadın şartları çerçevesinde Molla Cîven, Hanefî mezhebinde kabul gördüğü üzere müctehidin ahkâm âyetlerini bilmesi gerektiğini söylemekte ve bu konuda kendi eseri olan et-Tefsîrâtü’l-Ahmediyye’ye atıfta bulunmaktadır. Ayrıca usûl eserinde verdiği örnek meselelere dair daha geniş açıklamalar için bu kitabına müracaat edilmesini istemektedir. Müctehidde aranacak şartlar çerçevesinde Nesefî gibi Molla Cîven’in de hakkında icma edilen konuların bilinmesi şartını aramadığı görülür. İctihadın, hakkında icma olan bir meseleye muhâlefet etmemesi için müctehidin bu konuları bilmesi bir şart olarak ileri sürülmüştür. Usûl âlimlerinin icmâyı sarih olarak zikretmeseler de hakkında kesin delil olan konuları müctehidin bilmesi gerektiğini söylerken kasıtlarından biri de hakkında icma oluşmuş meselelerdir. Cessâs ictihâdla ilgili olarak bu şartı koşmakla birlikte Pezdevî ve eserlerinde onun çalışmasını merkeze alan usûl âlimleri müctehidlik şartı çerçevesinde bu hususa yer vermemişlerdir. Molla Cîven de bu duruma dikkat çekmek üzere Nesefî’nin seleflerinin yolunu izlediğini söylemekte ve icmâ delilinin Kur’ân ve sünneti bilmek gibi hüküm istinbâtı için bir faydasının bulunmadığını ve naslar gibi kendisiyle ictihad edilen bir delil oluşturmadığını kabul etmektedir. Bu durum onun şerhinde Nesefî’yi savunma gâyesiyle hareket ettiği çok sayıda örnekten biridir. Örneğin vâcibin edâsını gerekli kılan sebebin kazası için de geçerli olup olmadığına yönelik tartışmada, kaza için yeni bir sebebin gerekli olduğunu savunan mezhebin Irak çevresinin ve Şâfiî âlimlerin aksine muhakkik Hanefî âlimleri gibi Nesefî’nin de bunu gerekli saymadığını belirten Molla Cîven edânın mûcebi olan nassın kazasını da kapsadığını ileri sürmektedir.

Molla Cîven inkârı küfrü gerektirmemesi bakımından vâcip, terk edilmesi hâlinde ise istenen emrin yerine getirilmemiş sayılması açısından farz gibi görülen “amelî farz” kavramı üzerinde duran bir isimdir. Mezhep içerisinde bunu farzın ya da vâcibin bir türü olarak kabul eden yaklaşımlar arasında o amelî farzı vacip kavramı içinde değerlendirerek ikinci görüşü benimsemiştir. Sünnet kavramı konusunda ise Şâfiî mezhebi ile Hanefî mezhebi arasında bu terimin kullanılmasına dair lafzî bir ihtilaf bulunduğunu, sünneti mutlak olarak kullandıklarında Hanefîler’in de Hz. Peygamber’in sünnetini kastettiklerini dile getirir. Zira Hanefî fıkıh âlimleri Hulefâ-i Râşidîn’in delil kabul ettikleri sünnetleri için bunu özel olarak belirtmektedirler. Bu bakımından delil olması cihetiyle Hanefîler’in sünnet anlayışının mahiyetinin daha geniş olduğuna zımnen işaret etmiştir. Fakat Hanefî fıkıh âlimlerinin bu özel kullanıma işaret etmeksizin de sünnet ile sözü edilen geniş manayı ifade ettikleri dikkate alındığında iki mezhep arasında bu kavramı kullanmaları hususunda bir uzlaşma sağlamak mümkün gözükmemektedir. Abdülhalîm el-Leknevî Molla Cîven’e bu yönde bir itirazda bulunmaktadır.

Müctehidin başka bir müctehidi taklid etmesi meselesi bağlamında Molla Cîven Nesefî gibi düşünmekte ve Ebû Hanîfe’nin, sahâbenin hayatta olduğu dönemde tâbiûndan ictihadda bulunan âlimlerin taklid edilebileceğini savunduğunu kabul etmektedir. Onun bu görüşü aslında, Ebû Hanîfe’den nakledilen “Biz de onlar gibi insanız ve ictihadda bulunuruz” sözüne dayanarak bir müctehidin başka bir müctehidi taklid edemeyeceğini ileri süren İbnü’l-Hümâm gibi alimlere yönelik bir itirazdır. İctihadda hata-isabet tartışmalarında, Mu’tezile’nin bu konudaki yaklaşımının Ebû Hanîfe tarafından benimsemediğini vurgulamak üzere onun muhattie görüşünü kabul ettiğine dair açıklamalarda bulunduğu görülmektedir. Başta Ebû Hanîfe olmak üzere İmâmeyn yahut da isim vermeksizin Hanefîlerin çoğunluğunun musavvibeden olduğu yahut da eşbeh görüşünü benimsediklerine yönelik iddialara karşı bu açıklamanın yapıldığı anlaşılmaktadır.

Molla Cîven’in Nurû’l-Envâr’ı, dört büyük sünnî mezhep telakkisini fıkıh zemininde temellendirmesi bakımından öne çıkan bir çalışmadır. Moğol istilâsının İslam dünyasında yarattığı karışıklık ve olumsuz etki, müslümanları mezhepler arasında bir birlik tesis etmeye, en azından ortak yönlerini daha fazla öne çıkarmak üzere  dört mezhebi uzlaştırma girişiminde bulunmaya sevk etmiştir. Dört mezhep kadılığının ihdâsı ve başta Harameyn’de olmak üzere dört büyük mezhep için camilerde dört ayrı makâmın tahsis edilmesi bu anlayışın tezahürlerinden biridir. Molla Cîven eserinde mürekkeb icma kavramı üzerinde dururken, bu anlayışın temelini oluşturan fıkıh düşüncesinin, doğrunun dört mezhepten herhangi birine âit olduğu ve beşinci bir görüşün/hükmün kabul edilemeyeceği yaklaşımını doğurduğunu söyler. Hanefî usûl âlimleri tarafından geliştirilen mürekkeb icma, bir konuda iki farklı hükmün bulunduğuna dair görüş birliğinin oluşmasını ifade eden bir kavramdır. Sahâbe devrinde yahut da herhangi bir dönemde yaşamış müctehidlerin bir meselede iki görüşe ayrılmaları durumunda daha sonra bu meseleye dair üçüncü bir görüşün savunulamayacağı düşüncesi mürekkeb icma anlayışı ile temellendirilmektedir. Bir dönemde iki ya da daha fazla görüşün oluşması hâlinde, bu durumun icmânın bir türü olan mürekkeb icma sayılması nedeniyle başka bir görüşün savunulmasına cevâz verilmemiştir. Nakit para dışındaki mallarda ribânın illeti hakkındaki tartışma bunun bir örneğidir. Bu konuda farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte, illetin taʻyininde cinsin itibara alınacağı hususunda fıkıh âlimleri görüş birliğine varmışlardır. Bir meseleye dair iki görüş hakkında icma edilmesi durumunda başka bir asırda ortaya çıkacak üçüncü görüşün bâtıl sayılacağını kabul eden Hanefî mezhebinin mürekkeb icmâ telakkisini savunan ve bu icmânın sadece sahâbe dönemi için geçerli olacağı görüşüne karşı çıkan Mola Cîven, bu anlayışın aynı zamanda, hükümlerin dört mezhebe indirgenmesini/hasredilmesini ve sonradan çıkacak beşinci bir görüşünü bâtıl sayılmasını gerekli kıldığını ileri sürmektedir.

Mezhepler arasındaki ihtilaflı konularda Hanefî fıkıh âlimlerinin, meseleyle ilgili âyet ve hadisler ile amel etmemesi ve bu hükümlere muhalif ictihadlarda bulunması sebebiyle Şâfiî’yi bilgisiz/câhil bir kimse olarak nitelemeleri hususuna işaret eden Molla Cîven, kendisinin bunu dile getirmeye cüret edemeyeceğini belirtir. Abdülhalîm el-Leknevî (ö. 1285/1868) bu konudaki kastını tam olarak beyân etmeyen Molla Cîven’in, bahsi geçen ifadeyi edebe aykırı bulduğu için kullanmak istemediğini söyler. Dolayısıyla, Hanefî fukahâsının kullandıkları ifade tarzına yönelik bir eleştiride bulunmuş, buna rağmen Şâfiî’nin Hanefî mezhebine muhâlefet eden görüşlerini isâbetli saymamıştır.

Nurü’l-envâr’ın temel kaynağını Pezdevî’nin Usûl’ü oluşturmaktadır. Nesefî de kendi eserini hazırlarken Pezdevî ile Serahsî’nin usûl kitaplarını dikkate almış ve kitabının ana iskeletini oluştururken Pezdevî’nin sistematiğinden yararlanmıştır. Molla Cîven, tıpkı Nesefî gibi Pezdevî’nin görüşlerini sıklıkla referans olarak kullanmaktadır. Pezdevî’nin eserinin yanı sıra İbn Melek’in el-Menâr’a yazdığı şerhten istifade eden Molla Cîven ayrıca Cessâs, Debûsî, Serahsî ve Ahsikesî’nin fıkıh usûlü sahasındaki çalışmalarını kaynak olarak kullanmıştır. Yine kendi yazdığı ahkâm tefsirine birçok kere işarette bulunmuş ve konuyla ilgili daha geniş bilgi için bu eserine başvurulmasını istemiştir. Onun ferʻî meselelerdeki temel kaynağını el-Hidâye oluşturmaktadır. Esere yönelik ilk tenkitlerden biri, Hint alt kıtasında yaygınlık kazanan Eh-i Hadis cemaatinin kurucularından Sıddık Hasan Han’a (ö. 1307/1890) aittir. Eleştirinin gerekçesi ise eserin, “yaş ve kuru her ne varsa” içerisinde barındırması olmuştur. Modern dönemde bu şerh hakkında yapılan incelemelerde, aslen Arap olmamasından ötürü Molla Cîven’in bir takım dil yanlışlıkları yaptığı da belirtilmektedir.

Molla Cîven’in İslam hukuku alanıyla da ilişkilendirilebilecek bir diğer eseri, Sultan Evrengzîb Âlemgîr’e ithaf ettiği et-Tefsîrâtü’l-Ahmediyye isimli ahkâm tefsiridir. Kendi ifadelerine göre 1064/1654 senesinde genç yaşında yazmaya başladığı bu tefsirini 1075/1664’te bitirmiştir. Müellifin ilk çalışması sayılabilecek bu eserin girişinde, hüküm istinbâtında yararlanılan Gazzâlî’nin belirlediği beş yüz âyetin nüzûl sırasına göre düzenlenerek bir araya getirildiği belirtilmektedir. Molla Cîven bu konudaki meşhur ve kabul görmüş tefsir çalışmalarından faydalanarak hazırladığını söylediği bu eserinde kelâmî meseleler üzerinde de durduğunu ifade etmiştir. O tefsirinde âyetlerin âyetler ve hadislerle tefsiri, nâsih ve mensûh âyetler, âyetlerin sebeb-i nüzûlleri ve âyetteki hükmün düzenlediği câhiliye örf ve âdetleri hakkında geniş bilgiler vermekte ve kıraat farklılıklarından kaynaklanan ihtilaflar üzerinde durmaktadır. Ebû Hanîfe ve İmameyn arasındaki ihtilaflara da işaret eden Molla Cîven, meseleyle ilgili olarak genelde tenkit yöneltmeksizin başta Şâfiî olmak üzere mezhep imamlarının görüşlerini arz etmiş ve onların dayandıkları hadislere dair delilleri aktarmıştır. Ele aldığı meseleler bağlamında Hanefî mezhebinin görüşünü desteklemek üzere Hulefâ-i Râşidîn, sahâbe ve tâbiûndan gelen görüşlere eserinde yer verdiği görülür. Diğer mezhepleri eleştirdiği az sayıda meseleye örnek olarak, Şâfiî mezhebinin zekâtın âyette geçen tüm sarf yerlerine bölüştürülmesi konusundaki yaklaşımını eleştirmesi gösterilebilir. Eserde fıkıh kavramları hakkında yaşanan ihtilaflar üzerinde de önemle durulduğu görülür.

Temel Soruları

  • Dört büyük sünnî mezhep telakkisi nasıl doğmuştur ve bu anlayış mürekkep icma ile nasıl temellendirilebilir?

  • Fıkıh eğitimi nasıl ve hangi eseler tercih edilerek yapılmalıdır?

  • Fıkıh geleneğinde ahkâm tefsirlerinin yeri ve değeri nedir?

  • Devlet başkanına itaatin şartları ve sınırları nelerdir?

Öne Çıkan Eserleri

  • Nurü’l-envâr fî şerhi’l-Menâr, thk. Fethi Mevlânâ Abdülvâhid el-Hâlid, Mahmud Ali Davud el-Ubeydî vd., Daru Nursabah, Dımaşk 2015.

  • et-Tefsirâtü’l-Ahmediyye fî beyâni’l-âyâti’ş-Şer’iyye, el-Matbaa-i Fethü’l-Kerim, Bombay 1327/1909.

    Kaynak: İslam Düşünce Atlası
    Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu