Hayatı
Hicrî 150 yılında Gazze’de doğan Şâfiî, Kureyş kabilesine mensuptur. Baba tarafından soyu Hz. Peygamber’in dördüncü kuşaktan dedesi Abdümenâf ile birleşir. Anne tarafından soyu ise Ezd kabilesine bağlanır. Şâfiî nisbesi, dedesinin dedesi sahâbî Şâfi‘ b. Sâib’den gelir. Babasının vefatı üzerine henüz iki yaşında iken annesi ile Mekke’ye giden Şâfiî, Mina yakınlarındaki evlerinde mahrumiyet içinde büyüdü. Tahsil hayatının başında ilk olarak Kur’ân’ı ezberledi, on üç yaşında iken Mescid-i Haram’da Kur’ân okutmaya başladı. Bu esnada kıraat, hadis ve fıkıh dersleri almayı sürdürerek Mekke’de devrin önde gelen âlimlerinin ilim meclislerine devam etti. Daha sonra Benî Hüzeyl kabilesine katılarak onların şifâhî kültürüne aşina oldu, şiir ve nesep ilminin yanı sıra binicilik ve atıcılık öğrendi. Tekrar Mekke’ye dönerek devrin en meşhur muhaddis ve fakihlerinden Süfyan b. Uyeyne ile Müslim b. Hâlid ez-Zencî’nin derslerine katıldı. Bu hocaları vasıtasıyla, kökleri İbn Abbâs’a kadar uzanan Mekke ilim geleneğini tanıma imkânı buldu. Telkinler üzerine Mâlik b. Enes’in derslerine katılmak üzere yirmi yaşlarını biraz geçmişken Medine’ye gitmeye karar veren Şâfiî, yolculuğu öncesinde el-Muvatta’ı ezberledi. Mâlik b. Enes’in yakın ilgisine mazhar olan Şâfiî, onun seçkin öğrencileri arasında yerini aldı ve h. 179 yılındaki vefatına kadar onun derslerine devam etti. İlmî şahsiyetinin şekillenmesinde Mâlik b. Enes’in büyük etkisi olmuştur. Onun vefatının ardından Mekke’ye geri dönen Şâfiî, Yemen valisinin daveti üzerine kamu görevinde bulunmak üzere oraya gitti ve beş yıl boyunca burada çalıştı. Bir komplo neticesinde, Abbâsî devletine karşı başlatılan bir isyanın içinde gösterildi, tutuklandı ve Harunurreşîd’in huzuruna çıkarılmak üzere Rakka’ya götürüldü. Beraberindekiler idam edilmiş ise de masum olduğunun anlaşılması üzerine kurtuldu ve halifenin iltifatına mazhar oldu. Bu sırada Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî ile tanışma imkânı buldu ve onun derslerine devam etti. Bir süre göz hapsinde tutulduktan sonra Mekke’ye geri döndü. Burada geçirdiği on yıl boyunca yoğun bir muhasebe içine giren Şâfiî, Ehl-i hadis ve Ehl-i re’y anlayışlarının kuvvetli ve zayıf yönlerini tespit etmek için çalışmalarda bulundu. Bu çalışmaları neticesinde ulaştığı kanaatleri derslerinde öğrencilerine aktardı ve görüşleri doğrultusunda ilk metinlerini bu sırada kaleme aldı. On yıl sonra Bağdat’a 195 yılında tekrar giden Şâfiî, iki yılı aşkın bir süre burada kaldı, Mekke’ye geri dönüp 198 yılında tekrar geldi ancak bu sefer üç ay kalabildi. Bu dönemde yetkin bir fakih olarak dersler verdi, görüşlerini ilan etti ve Ehl-i re’y temsilcileriyle münazaralara katıldı. Son gelişi, Hârunurreşîd’in oğulları Emin ile Me’mûn arasındaki taht kavgasının yaşandığı döneme denk geldiği için huzursuz oldu ve Mısır’a gitmeye karar verdi. 199 yılı sonlarında Kâhire’ye ulaştı. 204 yılındaki vefatına dek buradan ayrılmayan Şâfiî, Amr b. el-Âs Câmii’nde derslerini verdi. Bu dersleri yoğun bir ilgi gördü ve çok sayıda öğrencisi görüşlerini benimsedi. Mısır’da o dönemde Mâlik’in öğrencileri etkin olduğu için Şâfiî onlarlar da mücadele etmek durumunda kaldı. Dersleri birkaç kez kesilme tehlikesi ile karşılaşsa da Mısır’ın soylu ailelerinden Benû Abdülhakem’in himayesi ve desteği sayesinde eğitim ve telif çalışmalarını yürütebildi. Mâlikîlerin yoğun şikayetleri neticesinde vali onu sürgüne göndermeye karar vermişse de bu sırada vefat etti ve Karâfe semtindeki Benû Abdülhakem mezarlığına defnedildi. Kabrinin üzerinde Eyyûbîler tarafından yaptırılan türbe halen önemli bir ziyaretgâhtır.
Öğretisi
Şâfiî, Irak ve Hicaz bölgesindeki köklü ilmî-fıkhî geleneklerin mezhebe dönüşmeye başladığı bir dönemde yaşadı. Kûfe’de Ebû Hanife’nin şahsında temessül eden Irak Ehl-i re’y ekolü ile Medine’de Mâlik b. Enes’in şahsında temessül eden ve Hicaz Ehl-i hadis ekolünün ağır bastığı Medine merkezli oluşum, hicrî ikinci asrın ortalarından itibaren mezhebleşme evresine girmişlerdi. Bu ekol ve oluşumların her ikisi de olgunlaşmış bir fıkıh tasavvuruna ve merkezîleşmiş simaların etrafında şekillenen fıkhî faaliyetlere sahipti. Diğer taraftan yine aynı yıllarda giderek yükselen bir Ehl-i hadis hareketi vardı. Şâfiî’nin geliştirdiği anlayış, bu ekollerden her birisine belli noktalarda tenkitler getiren yeni bir fıkıh tasavvuru sunmuştur. O, Ehl-i re’yin kıyası ölçüsüzce kullandığını düşünüyor ve istihsan adlı yöntemin meşrû olmadığını iddia ediyor; Medine’de amel merkezli anlayışın merkezîleştirilerek rivayetler karşısında öne çıkarılmasından rahatsızlık duyuyor ve de Ehl-i hadisin fıkhî yöntem ve kabullere büyük ölçüde karşıt olan yaklaşımlarını da yeterli görmüyordu. Neticede, her üç ekolü de yetersiz bulan Şâfiî, geliştirdiği yeni yaklaşımla hem Ehl-i hadis çevrelerini dönüştürmeyi, hem de artık şahsî otoriteler etrafında birleşerek kitleselleşen Irak ve Hicaz ekollerini revizyona tabi tutmayı amaçladı.
Şâfiî, Ehl-i re’yin en önde gelen temsilcisi olan Hanefî fıkıh anlayışını genel hukuk telakkileri, dinî hukukun kaynağı olan nasları anlama biçimleri, rivayetleri değerlendirir ve tenkit ederken tatbik ettikleri ilkeler, kıyas ve ictihad uygulamaları üzerinden ağır eleştirilere tabi tuttu. Kezâ İmam Mâlik’in şahsında temessül eden Hicaz fıkıh anlayışını ise yine rivâyetleri kabul ve tenkit esasları ile bazı ictihadları üzerinden tenkit etti. Bu eleştiriler, bölge ve ekol ayrımı gözetmeden bütün müslümanları ortak bir fıkhî söylemde ve uygulama birliğinde buluşturmayı hedefliyordu. Şâfiî’nin geliştirdiği yeni fıkıh anlayışının gerisinde yatan temel kabuller şöyle sıralanabilir: Kur’ân Arapça bir hitap olduğu için doğru anlaşılabilmesi için bu dilin kurallarına göre yorumlanması gerekir, hem Kur’ân hem de Sünnet anlaşılırken zâhir ve umûm esas alınmalıdır, Sünnet vahyin ayrılmaz bir parçasıdır, nasların ardından icma ve kıyas gelir, geçerli tek ictihad yöntemi kıyastır, Hz. Peygamber’e sahih bir senedle ulaşan bir rivayetin kıyas, amel vb. gerekçelerle reddedilmesi kabul edilemez. Şâfiî’nin bu kabulleri Mısır’da belli bir çevrede kabul görmüş, bu çevre mensuplarının faaliyetleriyle daha ileri noktalara taşınmış, müteakip nesillerin faaliyetleriyle mezhebleşme evresini tamamlayarak hicrî dördüncü asrın başlarında güçlü bir fıkhî harekete dönüşmüştür. Diğer taraftan, Şâfiî’nin kelâmî problemleri tartışmaktan bilinçli bir şekilde uzak durduğu, selef akidesini benimseyerek muhaliflerle sıkı tartışmalara girdiği ve talebelerini kelâmdan uzak tutmaya gayret ettiğine işaret edilmelidir.
Öne Çıkan Eserleri
- er-Risâle: Kâhire 1312; nşr. Ahmed Muhammed Şâkir, Kâhire 1938.
- el-Üm: nşr. Muhammed Zührî en-Neccâr, Bulak 1321-1325.
- el-İmlâ (el-Emâlî).
- er-Red alâ Muhammed b. el-Hasan eş-Şeybânî: el-Üm içinde.
- Siyerü’l-Evzâî: el-Üm içinde.
- İhtilâfü’l-Irâkiyyeyn: el-Üm içinde.
- İhtilâfü Ali ve Abdullah b. Mes’ûd: el-Üm içinde.
- İhtilâfü Mâlik ve’ş-Şâfiî: el-Üm içinde.
- İbtâlü’l-İhtihsân: el-Üm içinde.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu