Hayatı
Hâce Türke İsfahânî veya Sâin-i Türke nispeleriyle tanınan İbn Türke, 770/1369’da İsfahan’da doğdu. Hucend’den İsfahan’a göç eden ve üyeleri arasında İlhanlılar döneminin dikkate değer bilginleri de olan Türk asıllı Şâfiî bir aileye mensuptur. Dedesi Sadreddin Ebû Hâmid Muhammed b. Habîbullah İlhanlı veziri tabib Reşîdüddin Fazlullâh-ı Hemedânî (ö. 718/1318) ile yakın ilişkiler geliştirmiş ve onun himayesinde eserler vermiştir. Bu eserlerden konusu mutlak vücuda dair olan Kavâidü’t-tevhîd’e İbn Türke tarafından bir şerh de yazılmıştır. Fazlullah-ı Hurûfî (ö.796/1394) ile ilişkisine dair nakledilen rivayet dışında babası Efdalüddin b. Ebû Hâmid’in hayatına dair bilinenler neredeyse yok denecek kadar azdır. Timur’un Semerkand kadısı olarak atadığı ağabeyi Sadrüddin ise hadis, tefsir, fıkıh ve kelâm ilminde dönemin saygın âlimlerinden birisidir. İbn Türke, Kadızâde-i Rûmî ile birlikte İslâmî ilimlere dair öğrenimini ağabeyi Sadrüddin’in nezaretinde yapmıştır. Ayrıca Sadrüddin’in teşviki ile ilim tahsili için on beş yıl (795-810/1393-1408) kadar sürecek olan ve aralarında Mekke, Bağdat, Kâhire gibi şehirlerin de yer alacağı çeşitli merkezlere seyahatlerde bulundu. Seyahatlerinde yakın öğrencilerinden Şerefeddin Ali Yezdî (ö. 858/1454) de kendisine eşlik etti. Kâhire’de meşhur Şâfiî fakihi Ömer b. Raslân Bulkînî’den (ö. 805/1403) hadis dersleri aldı. Bu yıllarda Memlük sultanı Berkuk’un sarayında düzenlediği ilmî toplantılara iştirak etti. Bu toplantılar vesilesiyle dönemin entelektüel elitleriyle tanışma imkanı buldu. Şeyh Bedreddin’in de şeyhi olan Seyyid Kemâleddin Hüseyin Ahlâtî (ö. 808/1405) ile bu meclislerde tanıştı ve daha sonra kendisine intisap etti. İbn Türke’nin teorik tasavvufa ilişkin kavrayışında ve Hurûfî-okültist eğiliminde söz konusu irtibat ve intisabın büyük etkisi vardır. Dahası Ahlâtî’ye intisabı İbn Türke’nin şer’î ilimlere dönük mevcut ilgisinin yön değiştirmesine ve tasavvuf felsefesi ve okültist bilimlerde karar kılmasına yol açmıştır. Timur’un ölümünden sonraki yıllara (807/1405) rastlayan tarihlerde İsfahan’a döndü. Timur’un torunlarından Pir Muhammed b. Ömer Şeyh’in daveti üzerine Şîraz’a gitti ve onun maiyetinde hizmetlerde bulundu. Pir Muhammed’in öldürülmesinden (812/1409) sonra kardeşi İskender Mirzâ’nın İsfahan’daki sarayında bulundu ve çeşitli görevler üstlendi. Matematikçi ve astronom Gıyâsüddin Kâşî ve Mahmud Kâşî, şair Bushâk-ı Et’ime ve Mîr Haydar, tarihçi Muînüddîn-i Natanzî gibi isimlerle burada tanışmış olmalıdır. 813/1411 tarihinde Hac vazifesini yerine getirmek üzere Hicaz’a gitti ve Fusûsu’l-hikem şerhini tamamladı. İskender Mirzâ’nın dayısı Şâhruh’a (ö. 850/1447) karşı başlattığı isyanın (817/1414) başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından muhaliflerinin aleyhte propagandasını önlemek amacıyla Herat’a gidip Şâhruh’la görüştü. Olumlu geçen görüşme sonrasında Şâhruh İbn Türke’ye İsfahan kadısı olması için teklifte bulundu. Fakat İbn Türke teklifi kabul etmeyerek Yezd’e yerleşti. Yezd’de kaldığı yıllarda (825-829/1422-1426) Encâm, Su’lü’l-mülk, Şakk-ı Kamer ve Beyân-ı Sâat, Nokta, İnzâliyye, Muhammediyye, Şerh-i Besmele ve Mefâhis gibi muhtevalarında ağırlıklı olarak hurûfî motiflerin görüldüğü risâlelerini kaleme aldı. Yine bu yıllarda aralarında şâir Şemseddin Kâtibî (ö. 839/1435 [?]), Şerefeddin Yezdî’nin kardeşi Kıvâmüddin Muhammed (ö. 830/1427) gibi Şîraz, Semerkand, Anadolu ve Hind bölgelerinden gelen öğrencileri ile meşgul oldu. Etkinlik alanının genişlemesi dolayısıyla, Hz. Ali’yi övüp Hz. Osman ve Hz. Ömer hakkında ileri geri konuştuğu şeklinde Şiî temâyüllere sahip olduğu öne sürülerek muhalifleri tarafından bir kez daha Şâhruh’a şikayet edildi. Bunun üzerine Şâhruh, İbn Türke’yi yargılanması maksadıyla Herat’a çağırdı. Savunma amaçlı olarak İbn Türke, Şâhruh’a hitaben Nefsetü’l-masdûri’l-ûlâ ile Risâle-i İ’tikâdât’ı kaleme aldı (829/1426). Bu metinlerdeki yetkinliği sebebiyle Şâhruh nezdinde güven tazeledi ve Fars bölgesine döndü. Fakat Şâhruh kısa bir süre sonra Ahmed-i Lûr isimli bir hurûfînin suikast girişimine maruz kaldı (830/1427). Başarısız olan girişim sonrasında Şâhruh, Kâsım-ı Envâr, Ma’rûf el-Hattât ve İbn Türke gibi bölgedeki hurûfîlerin veya hurûfîler ile ilişkisi olduğu düşünülen sûfîlerin pek çoğunun derdest edilmesi emrini verdi. Mahkemece tutuklanıp mallarına el konulan ve çeşitli işkencelere maruz kalan İbn Türke sürgüne gönderildi. Ömrünün geri kalan beş yılını zorluklar içinde Mâzenderân, Gîlân, Azerbaycan, Hemedan ve Natanz gibi şehirler arasında seyahatle geçiren İbn Türke Şâhruh’un kendisini affetmesi için çeşitli girişimlerde bulunduysa da olumlu bir sonuç alamadı. 835/1432’de Herat’ta altmış üç yaşında iken vefat etti.
Öğretisi
İbn Türke Arapça ve Farsça olarak kaleme aldığı kırktan fazla eserinde, ilm-i hurûfa ilişkin öne sürdüğü temel teorilere ve İşrâkî ve Meşşâî çizgi ile sentezlediği İbnü’l-Arabî tasavvufuna ilişkin yaklaşımlara yer vermiştir. Özellikle Kitâbü’l-Mefâhis’te ilm-i hurûfa dair ana meseleleri ve benimsediği yöntemi teorik düzeyde ele almış; Fusûs şerhinde ilm-i hurûfun imkanlarından hareketle İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini yorumlamıştır. Geniş anlamda İbn Türke’de ilm-i ilâhî ile ilm-i hurûf yakın ve biri diğerinin yerine kullanılan anlam alanına sahip kavramlardır. Buna göre “hikmet-i mutlaka” ve “felsefe-i ûlâ” olarak isimlendirilen bu ilmin mevzusu mevcûd olması yönüyle mutlak vücûddur. Mutlak vücûdu tam olarak izahın yöntemi ise harfler sayesinde mümkün olabilir. İbn Türke harf ile “gayb-ı hüviyyet semâsından münezzel bir sûreti” kast eder. Bu ise “mutlak olarak vücûdun kapılarını açan şeydir (el-fâtihâtü li-ebvâbi’l-vücud)”. Bu bağlamda eşyanın bütününün tahakkuk ve zuhûruna ilişkin merâtip, ilki “âlem”, ikincisi “âdem” ve üçüncüsü de “harfler” şeklinde olmak üzere hiyerarşik bir yapı arzeder. Zevk ilimleri arasında saydığı ilm-i hurûfu âlemi yorumlamada bir yöntem olarak kabul eden İbn Türke aynı yöntemi Kur’ân yorumunda da işlevsel hâle getirmiştir. İbn Türke’ye göre her ne kadar Kur’ân umuma inmişse ve aynı zamanda belirli bir düzeyde umumun anlayabileceği bir yapıya sahipse de Kur’an metninin tam manasıyla anlaşılması harflerin mebdelerine ve gayelerine vakıf husûsî bir zümreye yani velîlere ait bir özelliktir. Burada İbn Türke’nin Hurûfî ve Noktavîlerin popüler düzeydeki ilm-i hurûf yaklaşımından ziyade -bu konudaki temel kaynağı Hüseyin Ahlâtî olmakla beraber- İbnü’l-Arabî geleneğiyle irtibatlı elitist-entelektüel bir harfciliği temsil ettiğini söylemek mümkündür. Eserlerinde işlediği konuların hemen hepsinde hatta âyet-hadis yorumlarında İbn Türke bir şekilde meseleyi ilm-i hurûf ile ilişkilendirerek sunma gayretini güder. Ancak dedesinin teorik tasavvufa dâir yazdığı Kavâidü’t-tevhîd’in şerhi olan Temhîdü’l-Kavâid bunun bir istisnasıdır. Diğer eserlerine nazaran Temhîd’in ulemâ nezdinde rağbet görmesi büyük ihtimalle İbn Türke’nin burada ilm-i hurûfa yer vermeyişi sebebiyledir. Sadreddin Konevî ve Müeyyedüddin Cendî tarafından sınırları çizilen ve teorize edilen İbnü’l-Arabî geleneği Meşşâîlik (İbn Sînâ) ve İşrâkîlikle (Sühreverdî) bu metinde karşı karşıya getirilmiştir. Başka bir ifâdeyle İşârât’ın “makâmâtü’l-ârifîn” bölümünde İbn Sînâ tarafından öne sürülen temel tezleri İbn Türke Temhîd’de adı geçen isimler eşliğinde ele alıp değerlendirmeye çalışmıştır. Klasik anlamda muhakkik sûfîlerin tümünce öne sürülen eşyânın hakikatine erişmenin yalnızca keşfî ve vicdânî bir yolla gerçekleşeceği, nazar ehlinin bilgisinin bu konuda eksik kalacağı şeklindeki fikir İbn Türke tarafından da paylaşılmıştır. Temhîd’de “mutlak ilm-i ilâhî” dolayısıyla da “mutlak vücûd” konusuna genişçe yer verilmiştir. Ancak İbn Türke burada “mutlak ilm-i ilâhî” ile mâ-ba’de’t-tabîa denilen “ilm-i ilâhî” arasında -mutlak ile mukayyed arasındaki farka benzer- bir ayrım gözettiğinin özellikle altını çizmiştir. Meşşâî felsefeye yönelttiği eleştirilerin altında yatan ana fikirde, büyük oranda kavramsal düzeyde yaptığı bu ayrım belirleyici olmuştur.
Öne Çıkan Eserleri
-
Şerh-i Fusûsu’l-Hikem: thk. Muhsin Bîdârfer, İntişârât-ı Bîdâr, Kum 2000.
-
Temhîdü’l-Kavâid: thk. Seyyid Celâleddîn Âştiyânî, Encümen-i İslâmi Hikmet ve Felsefe-i İran, Tahran 1982.
-
Şerh-i Nazmü’d-Dürr: thk. Ekrem Cevde Ni’metî, Mîrâs-ı Mektûb, Tahran 1384.
-
Şerh-i Gülşen-i Râz: nşr. Kâzım Dezfulyan, Neşr-i Âferîn, Tahran 1375/1996.
-
Çehârdeh Risâle-i Fârisî ez Sâyinüddin Ali b. Muhammed Türke Isfahânî: nşr. Ali Mûsevî Behbehânî & İbrâhim Dîbâcî, Çâphâne-i Firdevsî, Tahran 1351.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu