Hayatı
732/1332 yılında Tunus’ta doğdu. “İbn Haldûn” lakabını alması, nesebinin dayandığı Halid b. Osman’ın Endülüs’te bir saygı ifadesi olarak Haldûn şeklinde isimlendirilmesi ve onun soyundan gelenlere de Benî Haldûn denilmesindendir. Endülüs İşbiliyye şehrinde nüfuzlu bir ailenin üyesi olan babası eğitim ve öğretimle meşgul oldu. İbn Haldûn ilk öğrenimini babasından aldı, daha sonra Muhammed b. Sa‘d el-Ensârî’nin derslerine devam etti. Muhammed b. Arabî el-Hasâyirî, Ahmed b. Kassâr, Muhammed b. Bahr gibi âlimlerden dersler aldı. Abdülmüheymin el-Hadramî’den hadis ve siyer, Zevâvî’den kıraat, Sattî’den fıkıh, Muhammed b. İbrâhim el-Âbilî’den fıkıh usulü, kelâm, mantık, felsefe ve matematik dersleri aldı. On ikinci yüzyılın büyük kelâm alimi Fahreddin er-Râzî’nin eserleri üzerinde çalıştı. Onun zamanında Tunus’ta Hafsîler, Fas’ta Merînîler, Tilimsân’da Abdülvâdîler, Endülüs’te Nasrîler (Benî Ahmer), Mısır’da Memlükler hüküm sürmekteydi. Büyük hizmetlerinden dolayı farklı sultanlar tarafından ödüllendirildi. Ancak sultanlar aleyhine yapılan faaliyetlere ve isyanlara da katıldı, takibata uğradı, sürgüne gönderildi, yakalandı ve hapsedildi. İktidarların el değiştirmesinde önemli roller oynadı. Hafsîler, Merinîler, Abdülvâdîler, Nasrîler için elçilik, arabuluculuk, katiplik ve vezirlik gibi görevlerde bulundu.
İbn Haldûn siyasî faaliyetleriyle geçen uzun bir dönemin ardından 776/1375 yılında kendini ilme ve öğretime adamaya karar verdi. Hayatının bu hareketli dönemlerinde Tunus, Fas, Bicâye, Biskre, Tilimsân, Gırnata, İşbiliyye, Hüneyn gibi Kuzey Afrika ve Endülüs şehirlerinde bulundu. Bir kabilenin yanında dört yıl sakin bir hayat sürdü. Edindiği tecrübeler onu tarih ve toplum konulu kitabını yazmaya yöneltti. el-İber adlı eserinin en dikkat çekici bölümlerinden biri olan Mukaddime’nin ilk müsveddelerini 779/1377 burada tamamladı. Kitabın kabilelerle ilgili kısmını yazmak için kaynak bulmak amacıyla 780/1378 Tunus’a gitti. Burada ilmî çalışmalarına devam ederek dersler verdi. Eserini tamamlayarak sultana ithaf etti. Ancak birtakım siyasî sebeplerle hacca gitmek maksadıyla Tunus’tan ayrılarak 784/138 yılında İskenderiye’ye gitti. Buradan Kahire’ye geçti. Ezher Camii’nde verdiği dersler büyük ilgi gördü. Bir süre sonra Kamhiye Medresesi müderrisliğine ve daha sonra Sultan Berkuk tarafından 786/1384 Maliki kadılığına tayin edildi. Burada yine bazı medreselerde hadis dersleri verdi. Kadılık ve müderrislik yaptı. Ancak siyasî bazı çekişmelere taraf olduğundan bazı sıkıntılar çekti. Tekrar Malikî kadılığı görevine atandı. Memlûk devletinin Sultanı el-Melikü’n-Nâsır Ferec’in Suriye’ye yaptığı askeri sefere katıldı. Sefer dönüşü Kudüs’ü ve Hz. İbrahim’in kabrini ziyaret etti. Ancak Kahire’ye dönüp kadılık görevine devam etmeye başladıktan kısa bir süre sonra bu görevden alındı. Timur’un Suriye’nin bazı bölgelerini alması üzerine Memlûk ordusuyla Dımaşk’a giden İbn Haldûn burada Timur’un isteği üzerine Mukaddime adlı eserinde devletlerin yükseliş ve çöküşü ile ilgili görüşlerini sözlü ve yazılı olarak ona aktardı. İbn Haldûn Mısır’da ikameti süresinde Mukaddime adlı eserinde bazı değişiklikler yaptı. Kadılık görevini yürütürken 808/1406’da Kahire’de öldü.
Bilgi Teorisi
Klasik felsefenin birinci ve ikinci akledilirler şeklindeki ayırımı eleştirisinden hareket eden İbn Haldûn’un bilgi teorisi, akledilirlerin maddeleri bakımından duyulurlar-duyulur olmayanlar bağlamında “mutâbakat” kavramıyla olan ilişkisi üzerine kurulmaktadır. İbn Haldûn, söz konusu mutâbakatı “imkân” ve “kesinlik” bağlamında “kemâl” kavramı üzerinden soruşturmaktadır. Bu soruşturmanın amacı akledilirlerin maddeleriyle olan mutâbakatının, başka bir ifadeyle, zihinde biri diğer(ler)inden soyutlanmış küllî kavramlar arasındaki mutâbakatın gâyesi olarak “kemâl” kavramı üzerinden “tam tasavvur”un ve “tam tasdik”in mümkün zeminini tespit etmektir. Çünkü tasdîk, tasavvur üzerine inşa edildiğinden tam tasavvurun mümkün olmadığı bir durumda tam tasdîk de mümkün olmaz. Ona göre “tam tasavvur” ve “tam tasdik”e ulaşmasını mümkün kılan zemini ise duyulurlarla olan irtibatın sağlamlığı vermektedir. İbn Haldûn ikinci akledilirlere ilişkin araştırmaların “zan” ve “tahmin”in ötesinde bir kesinlik ifade etmediğini, kesin bilginin tecrübe edilebilir olan birinci akledilirlere ilişkin araştırmalarda elde edilmesinin mümkün olduğunu vurgulamaktadır. İbn Haldûn’a göre birinci akledilirler alanı “duyulurlarla bir şekilde ilişkili anlamlar olarak” tecrübeye konu oldukları için “bütün yönleriyle duyulardan/duyulurlardan uzaklaşmış değildirler”. Çünkü “akledilirlerin maddelerinden soyutlanması ancak duyu organlarımızın alanına giren hususlar itibariyle mümkündür”. İbn Haldûn’a göre duyu organlarımız alanına giren birinci akledilirlere ilişkin bu imkân “bir şeyin (hariçteki) maddesi bakımından imkânı”dır (el-imkân bi-hasebi’l-mâddeti elletî li’ş-şey’i). Buna karşılık İbn Haldûn, ikinci akledilirler alanına ilişkin imkânı ise burhânî oluşu maddesi bakımından tasdîk olunmayan “salt aklî (zihnî) imkân” (el-imkânü’l-akliyyü’l-mutlak) olarak tanımlamaktadır. O halde birinci akledilirlerin burhânî olarak tasdîk edilmesini mümkün kılan şey hariçteki maddeleridir. İbn Haldûn akledilirlere ilişkin bu ayırımı, onların maddeleri bakımından zihnî varlık ve haricî varlık oluşları üzerine inşa etmek istemektedir. Buna göre i) zihnî varlık, duyulurlara dâhil olmayan, ancak zihinde var olan mücerred küllî kavramlar olarak ikinci akledilirlerin maddesini oluştururken ii) haricî varlık, dışarıda müşahhas bir varlığa sahip duyulurlar olarak birinci akledilirlerin maddesini oluşturmaktadır. Dolayısıyla İbn Haldûn’un bilgi teorisi, aklî olarak ispatlanabilir bilgiyi sadece birinci akledilirler alanı için mümkün görmekte, ikinci akledilirler alanı için bu tür bir bilgiyi mümkün görmemektedir. Ancak İbn Haldûn ikinci akledilirler alanındaki varlıkların varlığını kabul etmektedir. İbn Haldûn bu alandaki varlıklara dair bilgiyi elde etmenin çeşitli yollarından bahsetmekle birlikte bunların kesinlikten uzak olduğunu ve bu alandaki burhânî bilgiyi peygamberler vasıtasıyla gelen ilahî vahiy olduğunu düşünmektedir.
Ahlâk ve Siyaset Düşüncesi
İbn Haldûn’a kadar İslâm dünyasında genel hatlarıyla üç siyasî düşünüş biçimi mevcuttur. Bunlardan birincisi kelâm ve fıkıh kitaplarında “imamet” başlıkları etrafında ele alınan ve ilahî yasa temelinde ebedî kurtuluşu hedefleyen fikhî-kelâmî siyasettir. İkincisi, hükümdarlar/sultanlar/melikler’e nasihat şeklinde gelişen siyasetnâme geleneğidir. Üçüncüsü ise Yunan siyasî düşüncesine bağlı felsefenin yöntem ve amaçlarına dayalı olarak gelişen felsefî siyaset geleneğidir. Bunlardan özellikle ilk ikisinin ana problematiği ilahî yasa temelinde ebedî kurtuluşu hedefleyen hilafet-imamet teorisidir. Bu düşüncenin felsefî siyasetteki serencamı ise ilahî kanun ile aklî kanun (nomos) arasında bir uygunluğun olup olmadığı şeklindedir. İbn Haldûn ise bu üç siyasî düşünüş geleneğini birleştiren bir noktada durmaktadır. Onun siyaset teorisi, bir taraftan bilgi teorisine paralel bir şekilde klasik metafizik bilgi teorisinin eleştirisi, diğer taraftan fıkhî-kelâmî siyaset ile siyasetnâme geleneği eleştirisi üzerine kurulmaktadır. Birinci yönüyle bu eleştiri, metafizik alan hakkında burhânî ve nesnel bilgi elde etmenin imkânsızlığı düşüncesine dayanırken, ikinci yönü itibariyle ise dinin, pratik gerçeklikleri yadsıyarak bütün zamanlar ve mekânlar için geçerli olabilecek özel bir formül tahsis etmediği düşüncesine dayanmaktadır. Zira İbn Haldûn hem felsefî siyasetteki metafizik irtibatları hem de dinî siyasetteki ilahî yasaların zorunluluğu düşüncesini dışarda bırakarak doğrudan toplumsal ve siyasal olgulara, bunlar arasındaki zorunlu nedensel bağlantılara yönelik tecrübî bir siyaset yaklaşımı geliştirmektedir. Bu tecrübî yaklaşımın ana kavramları umrân, mülk, devlet, hadâret ve bedâvettir. Bu kavramlar arasındaki irtibatı sağlayan, onları birbiriyle ilişkili hale getiren en önemli kavram ise asabiyettir. İnsan doğasında var olan, ancak toplumsal ve siyasî gerçeklikler ile pratik belirleyenlerin etkinliğiyle çeşitli görünümler kazanan asabiyet, yukarıda sözkonusu edilen üç siyasî düşünüş tarzının, fıkhî-kelâmî siyaset, siyasetnâme ve felsefî siyaset, bıraktığı boşlukları aşacak bir zemin arama girişimidir. Bu sebeple asabiyet, sözkonusu geleneklerin, normatif ve metafizik zorunluluklarını tashih ederek siyasal otorite için ne şer’î bir yasanın ne de metafizik bir belirlenimin zorunlu olduğunu varsaymaktadır. Buna göre ne felsefe ne de din pratik gerçeklikler bakımından bütün zamanlar ve mekânlar için siyasal otoritenin ayrıntılarını belirleyen özel bir formül tahsis etmektedir. Böylece İbn Haldûn teorisinde siyasal otorite, zorunlu şer’î ve felsefî/ahlâkî bir belirlenim olmadan zamanın ve mekânın pratik gerçekliklerinin işaret ettiği şekilde toplumsal maslahatı sağlayacak asabiyet tarafından temsil edilir.
Öne Çıkan Eserleri
- Mukaddime: çev. Vecdi Akyüz, Dergah Yayınları, İstanbul 2004.
- Kitâbü’l-İber: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1992.
- Lübâbü’l-Muhassal: thk. Refîk el-Acem, Dârü'l-Maşrık, Beyrut 1995.
- Et-Ta‘rîf bi İbn Haldûn ve Rihletuhu Garben ve Şarkan: çev. Vecdi Akyüz, Dergah Yayınları, İstanbul 2004.
- Şifâü’s-Sâil: çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1984.
Kaynak : İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu