Hayatı
Hayâlî Bey’in asıl adı Mehmed, lâkabı Bekar Memi’dir. Kendisi hakkında en kapsamlı ve güvenilir bilgiyi yirmi yıllık dostu Aşık Çelebi vermektedir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Divan şiirinin XVI. yüzyıl temsilcilerinden Hayâlî Bey, Selanik’in kuzeydoğusundaki Vardar Yenicesi'nde dünyaya gelmiştir. XVI. yüzyılda tamamen Türkleşmiş Yenice, ilim ve edebiyat merkezi haline gelmiş, Hayretî, Usûlî, İlâhî, Garibî gibi mutasavvıflar ve şairler yetiştirmiştir. Kınalızâde, Yenice’yi “mecma-ı şuarâ ve menba-ı zürafâ”, Aşık Çelebi “gaziler ocağı ve arifler durağı” olarak tanıtmış, “Vardar Yenicesi’nde doğan çocuk baba diyecek vakit Fârisî söyler” sözüyle buradaki yoğun kültür ve sanat atmosferini göstermiştir. Hayâlî Bey’in üslubunun temelleri böyle bir muhitte atılmıştır. İlk tahsilini bu ortamda gören Hayâli Bey, Aşık Çelebi’nin belirttiğine göre Bostan, Gülistân gibi klasik edebî eserler çerçevesinde kalmıştır. Şiirlerindeki bazı imla hatalarını Aşık Çelebi düzeltmekte, şairin sağlam bir medrese tahsili görmediği anlaşılmaktadır.
Çok küçük yaşta olan Hayâlî, Bursa’da zaviye kurmuş Baba Ali Mest-i Acemî adlı Kalenderî şeyhi Yenice’ye uğradığı sırada, içlerinden bir “ışık dilberi”ne aşık olarak o kafileye katılmıştır. Bu vesile ile Kalenderî şeyhi ve müritleriyle seyahat etmeye başlayarak birkaç kez İstanbul’a gitmiş, hayatının bu döneminde tasavvufî bilgiyi edinmiştir. Kalenderî şeyhi, Hayâlî’yi oğlu gibi himaye edip okutmuş, ünlü bir şair olması için çaba sarfetmiştir. Hayâlî ve yanındakilerin yine bir İstanbul seyahati sırasında, İstanbul kadısı Sarı Gürz Nureddin Efendi onun güzelliğini görüp bu kadar yakışıklı bir gencin Kalenderîler arasında olmaması gerektiğini söyleyerek Hayâlî’yi onlardan ayırmış ve şehir muhtesibi Uzun Ali’ye teslim etmiştir. Hayâlî kısa zamanda şiir söylemeye başlayarak on dört yaşında ün kazanmıştır. Şairin Kalenderîlikten ayrılması, Nureddin Efendi’nin ikinci olarak İstanbul kadılığında bulunduğu 1519-1521 yıllarına tekabül etmektedir. Nitekim Hayâlî’nin Kalenderîlikten ayrılma alameti olarak, tarikatın kuralı olan tavk ve kullâb denen kol ve ayaklarındaki halkalar ile belindeki zincir kemeri çıkartmasına Kandî, “Ey Hayâli geçmez oldı halka” tarihini 1520 yılında düşürmüştür.
Hayâlî’nin Kânûnî Sultan Süleyman’ın nedimleri arasına girip himaye edilmesi, İskender Çelebi’nin onu Sadrazam İbrahim Paşa’ya takdim etmesiyle olmuştur. Hâmiliğini önce İbrahim Paşa’nın yaptığı Hayâlî, daha sonra padişahın lütfuna mazhar olmuştur. Aşık Çelebi Hayâlî’yi padişahın avucundan yemini yiyen ve onun kolunda gezen bir şahine benzetmiştir. Utangaç tabiatlı olan Hayâlî bir süre padişahın meclisinde şiir söyleyememiş, ancak daha sonra padişaha sunduğu gazel ve kasidelerle onun lütfuna nail olup padişahın yakın dostluğunu kazanmıştır. 1522’de Gazâlî Deli Birader ile Rodos seferinde bulunarak şairin sohbetlerinden istifa etmiş, kalenin fethedilmesi üzerine padişaha bir kaside sunmuştur. Daha sonra Irakeyn Seferi’ne katılarak Bağdat’ın fethinde yer almış, bu arada da Fuzulî ile tanıştığı rivayet edilmiştir. Hayâlî’nin art arda sunduğu şiirlere karşılık 1525-1526 yılları arasında aylık 290 akçe, 1528 ve 1535 yılları arasında da on kere 1000’er akçe ihsanda bulunulmuştur. Bu bağlamda sarayın nimetlerinden en fazla yararlanan şairlerin başında şüphesiz Hayâlî gelmektedir. Nitekim tezkire yazarları, şaire yapılan ihsanları anlata anlata bitirememişlerdir. Şair önce ulûfe sahibi olmuş sonra da kendisine tımar ve zeamet verilmiştir. Şairler arasında rekabetin olduğu bir ortamda Hayâlî’nin bu derece ikbali Yahya Bey başta olmak üzere diğer şairler tarafından kıskanılmıştır. Fakat bunun yanında Hayâlî’nin pek dostu olmadığı, diğer şairlere karşı mültefit davranmadığı bilinmekte, Zati’nin bir şiiri okunduğunda alay etmesi ve Hayretî’ye zeamet vermek isteyen İbrahim Paşa’ya caydırıcı sözler söylemesi, kendisinin de kıskanç bir tarafının olduğunu ve kendi yerini korumak istediğini göstermektedir.
Hayâlî’nin iki hâmisi İskender Çelebi ve İbrahim Paşa’nın idamından sonra şairin ikbali idbara dönmüş, yeni Sadrazam Rüstem Paşa’nın edebiyata önem vermemesinin yanında şair olarak da Yahya Bey’i tutması, Hayâlî için düşüş sebebi olmuştur. Hâmilerinin ölümünden sonra hayatının tehlikede olduğunu hissettiği için İstanbul’dan uzaklaşmış ve padişahtan, önce sancak beyliği daha sonra Rumeli Kethudalığı talep etmiştir. Hayâlî “Bey” denildiğine göre padişahın bu teklifi kabul ettiği düşünülmektedir. Hayâlî’nin bazı beyitleri ve eldeki bazı verilere göre hâmiler hayattayken de padişahın Hayâlî’ye zaman zaman olumsuz tavır takındığı, Hayâlî’nin bu durumdan duyduğu üzüntü bilinmektedir. Şiirlerinde çeşitli şikayet ve isteklerde bulunduğu, bir kasidesinde fakirliğinden dolayı tevliyet ve dirlik istediği anlaşılmaktadır.
Şairin ömrünün sonlarına dair fazla bilgi mevcut değildir. Şairin çok fazla lütuf ve ikram görmesine, saraya hayli yakın olmasına rağmen şımarmayıp gösterişsiz bir hayat sürdüğü nakledilmiştir. Son yılları sıkıntı içinde geçse de tutumlu oluşu sebebiyle oğullarına yüklü miktarda miras bırakmıştır. Uzun süre bekar yaşayan şairin evlendiği, karısının erken vefat ettiği ve Ömer ve İbrahim adlarında iki oğlunun olduğu bilinmektedir. Oğullarından Ömer Bey de şair olup Halep Defterdarlığı görevinde bulunmuştur. Oğlu, Farsça’dan Türkçe’ye manzum tercüme bir eser kaleme almış, Muradiye Camii’nde Mesnevi okutmuştur. 1556-7 yılında Edirne’de vefat etmiştir. Kınalızâde’nin belirttiğine göre oğlu Ömer Bey babasından kalan mirasla çalışmadan uzun süre geçinmiştir. Hayâlî Bey Edirne’de, dedelerinin inşa ettirdiği Vize Çelebi Mescidi’nde metfundur. Şairin ölümü ardından birçok tarih düşürülmüştür. İçlerinden en bilineni Arşî’nin “Sözü dilde hayâli gözde kaldı” mısraıdır.
Öğretisi
Hayâlî Bey, güçlü bir medrese eğitimi almamasına rağmen şair tabiatının etkisiyle İstanbul’da edebiyat mahfillerine girmeyi başararak kendisini yetiştirmiştir. Hayâlî’nin şiirlerindeki tasavvufî unsurların kaynağı doğduğu kültür havzasının manevi atmosferi ve Baba Ali ile geçirdiği Kalenderîlik dönemidir. Hayâlî’nin şiirlerinde Rumelili şairlere has bir samimilik, orjinal hayaller, tasavvufla iç içe geçmiş kuvvetli bir heyecan hakimdir. Tasavvufî heyecanla yazdığı şiirlerinde Şeyh İbrahim-i Gülşenî’den de hürmetle bahsetmektedir. Fakat buna rağmen Hayâlî, doğrudan mutasavvıf bir şair sayılmamaktadır. Klasik edebiyattaki yaygın teşbihleri kendine has lirizmi ve heyecanıyla ifade etmiş, şiirlerinde şekil mükemmelliği ve hassasiyetini birinci planda tutmamıştır.
Aşık Çelebi’nin, kendisinden bir mesnevi yazmasını istemesine karşılık meşrebinin buna müsait olmadığını belirterek gazelleriyle ön plana çıkmak istemiştir. Kendi şiirini, “dinleyenlere feyz veren bir mahabbet dâstânı” olarak tanımlamış, şiirlerinde özellikle hakikat mefhumuna önem vererek hakikati “nükte” veya “nikat-ı hakikat” şeklinde tasavvufî manada kullanmıştır. Hayâlî kendisi için “mülk-i suhanun emiri, Husrev-i mülk-i suhan, alem-i nazmun Süleymanu” gibi tabirler kullanarak kendisini devrinin en büyük şairi olarak görmüş, etrafındaki şairlerin onun şiirini anlamayacağını düşünerek devrinin ötesinde bir şiir anlayışına sahip olduğunu belirtmiştir.
Necâtî Bey ve takipçilerinde görülen atasözleri ve deyimlere yer verme temayülü XVI. yüzyılda da rağbet görmüştür. Bu çerçevede Necâtî Bey’in yolunu tutanlardan Hayâlî, XVI. yüzyılda kendisini Necâtî’nin yerine koymuş ve onun önce gelişini “diken gülden önce gelir” şeklinde açıklayarak kendisini üstün görmüştür. Şair, divanında atasözleri ve deyimleri ustalıkla kullanarak dile olan hakimiyetini göstermiştir.
Hayâlî Bey, kendisiyle aynı devirde yaşayan Fuzuli, Bâkî ve Zâtî ile karşılaştırılmaktadır. Hayâlî’nin bazı şiirlerinde Fuzuli’den etkilendiğini savunanlar varsa da aksini iddia edenler de vardır. Fakat her hâlükârda iki şair de birbirlerine nazireler yazmıştır. Ali Nihad Tarlan’a göre Hayâlî, XVI. yüzyılın Fuzûlî’den sonra en büyük şairidir. Tarlan şairi tanımlarken “zamanının sanat telakkisinden ziyade ruhunun hakikî şiirine uymuştur” ifadesini kullanmaktadır. Köprülü’ye göre, Zâtî henüz şöhretinin zirvesindeyken sanat hayatına atılan Hayâlî, ondan daha kuvvetli ve orjinal bir şairdir. Bâkî ise Hayâlî’nin ihtiyarlık yıllarında henüz genç bir şöhret olarak ortaya çıkmıştır.
Döneminin bütün tezkirecileri onun büyük bir şair olduğu kanaatindedirler:
Aşık Çelebi ondan “meşhur Hayâlî Bey” diye bahsederek “sehl zamanda şir söyleyüp hâl u hat vasfında üzerinde nokta konmayacak gazeller yazdığı”nı belirtmekte, Ahdî, “Rûm’un Hâfız-ı Şîrâzı”, Kınalızâde de şairi “Diyâr-ı Rûm’un sultanü’ş-şuarâsı” olarak tanımlamaktadır. Diğer tezkirecilerden Âlî ve Beyânî de aynı görüştedirler. Latîfî de onun hayal ve süse önem verdiğini, hakikat ve mecazda kendine has üslubuyla meşhur bir şair olduğunu belirtmektedir. Hayâlî’nin şiirini beğenmediği veya çekemediği için olumsuz tavır takınan bir çevre de mevcuttur. Hayâlî bu şairlerin hücumlarını “karganın şahbaza saldırması”na benzetmiştir. Nitekim Yahya Bey ile karşılıklı yazdıkları hicivler meşhurdur.
İstiğna sahibi olan Hayâlî gördüğü iltifat ve övgüler karşısında şımarmayan, gösterişe meyl etmeyen, güzelliğe düşkün, rind-meşreb bir şairdir. Eserlerini bir araya getirip bir divan tertip etmemiş, ölümünden sonra Kânûnî’nin şairin divanını görmek istemesi üzerine divanın Vefalı Şeyhzâde Ali Çelebi’de mevcut bir nüshası zor bulunmuştur. Atilla Şentürk’e göre, İstanbul’da yaşayan Zâtî, Yahya Bey, İshak Çelebi gibi devrin ileri gelen şairlerini geride bırakmasındaki kudret, kendisini büyük İran şairleriyle aynı seviyede göstermesini haklı kılacak derecededir. Hayâlî’nin ölümünden sonra şuara tezkirecilerinin ona ilgisiz kaldığı görülmektedir. Sanat mahfillerinin yeni şöhret bulmuş Bâkî ve İstanbul dışındaki Fuzûlî ile meşgul olmalarının yanı sıra şairin İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalması ve batınî temayüllerinden dolayı çıkan dedikodular, onun ikinci planda kalmasına sebep olmuştur.
Öne Çıkan Eserleri
-
Dîvân: haz. Ali Nihad Tarlan, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1945.
-
Gül-i Sadberg.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu