Hayatı

Horasan Selçukluları’nın son zamanlarında Nîşâbur’da doğan, tıp ve eczacılık ile meşguliyeti dolayısıyla “Attâr” lakabını alan Ferîdüddin Muhammed’in hayatının ilk dönemleri hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır.  Eserlerinden anlaşıldığı kadarıyla gençliğinde bir yandan attarlık yaparken, diğer yandan da ilim tahsil ederek seyr ü sülûk faaliyetleriyle meşgul olmuş ve bazı sûfîlere hizmet etmiştir. Bunlar arasında tasavvuf büyükleri hakkındaki metinleri okumak, sûfî sözlerini ve ilgili şiirleri derlemek gibi faaliyetler de vardır. Haklarında herhangi bir bilgi bulunmayan anne ve babasını gençliğinin ilk evresinde kaybetmiştir. Tasavvufa intisâbından sonra bir dizi seyahate çıktığı, Irak, Şam, Mısır, Mekke, Medine, Hindistan ve Türkistan’a yaptığı yolculuklardan sonra Nîşâbur’a geri dönerek burada inzivâya çekildiği rivayet edilir. Nitekim uzun yıllar süren bu inzivâ hayatı esnasında Moğollar tarafından Nîşâbur’da şehid edilmiştir. Attâr’ın tasavvufta kime intisâb ettiği ve hangi silsileden faydalandığı belirsizdir. Ancak Esrârnâme’sinin önsözünde Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ı (ö. 440/1049) yüceltip mânen ona intisap ettiğini ve sahip olduğu her şeyi onun ruhaniyetinden aldığını söyleyerek “Üveysî”liğine işaret eder. Eserlerinden, dönemindeki birçok sûfî ile tanıştığı, onlarla vakit geçirdiği ve eserlerini dikkatle okuyarak tasavvufta yetkinliğini ilerlettiği anlaşılmaktadır.

Öğretisi

Attâr’ın ilk olarak değerlendirileceği alan onun Farsça tasavvuf şiirine biçim ve içerik bakımından bıraktığı etkidir. Haller ve makamlara dönük anlatımları, seyr ü sülûk faaliyetine ilişkin çok yönlü tasvirleri kendisinden sonra Farsça yazan pek çok sûfînin muhayyilesi için belirleyici olmuştur. Nitekim Mevlânâ’nın Attâr’ı âşıkların önderi sayarak tasavvuf yolunda onu kendisinden büyük tutması, Attâr’ı “ruh”, Senâî’yi de ruhun “iki gözü” olarak nitelemesi, Hallâc’daki nurun Attâr’ın ruhunda fiilen tecellî ettiğini ve Hallâc’ın mânen ona rehber olduğunu söylemesi bunun göstergesidir.

Şiir formları açısından klasik nazım şekillerinin pek çoğunu kullanan Attâr’ın, daha çok mesnevî ve gazelde başarılı olduğu kabul edilir. Üslubundaki ustalık tasavvufî duyarlılığından kaynaklanmaktadır. Özellikle mesnevîlerinde tasavvufî bir meseleyi anlatırken sıklıkla temsillere başvurması, çerçeve hikâyeler içinde belli bir plana göre iç içe daha küçük hikâyeler anlatarak konuyu muhatabı için net bir hale getirmesi ve böylece ele aldığı meseleleri ana hikâye ile birleştirmede sergilediği yetkinlik Attâr’a has bir özelliktir. Eserlerinde aşk ve iştiyak, bir taraftan vahdet tecrübesinin heyecanını yansıtacak şekilde kendini gösterirken öbür taraftan dünyanın geçiciliğine ve mâsivâyı terke dönük zâhidâne nasihatler da kendine yer bulur. Attâr’ın ikinci olarak değerlendirileceği alan tasavvufî düşüncenin onun eserlerinde hangi kavramsal çerçeveden hareketle sunulduğudur. Şiirlerindeki ana tema, Hak’taki birliğin (vahdet) eşyada çokluk kisvesini kazanması, ancak bu çokluğun (kesret) algıya ilk konu olduğu düzeyde bir vehim olmasıdır. Birlik hakikat, çokluk ise hakikatin zâhir mertebesidir. Hakikatte her şey birdir ve ikilik kabul etmez. Birlik denize benzer, aşk ise o denize dalmaktır. Mâsivâyı aşk ile aşmak, böylece hakikatin yüzündeki perdeleri kaldırmak tasavvufî faaliyetlerin yegâne amacıdır. Aşk yoluyla eşyânın Allah’a ait muhtelif tecellîler olduğu tadılır. Bu seviyeye ulaşan kendini Hak’tan ayrı görmez, her şeye Hak ile ve hakkını vererek bakar. Aşkı bir denize, sâliki ise o denizde benliğini yitiren damlaya benzetmek hakikate ulaşmada aklın yerini de sorgulatır. Bu noktada aklın tek başına yetersizliğine sıkça vurgu yapan Attâr, terk ve fenâ gibi tecrübelerin birer hâl olarak insanı dönüştürmesi gerektiğini, bu dönüşümün salt soyut bir içerikten ibaret olmadığını vurgular. Kendini bilmek, nefsi ıslah etmekle mümkündür. Nefsini ıslah eden, kendini Hak’ta bulacaktır. Attâr’ın tasavvuf tarihi açısından ortaya koyduğu en görkemli anlatım Mantıku’t-tayr’ıdır. Bu mesnevîde talep, aşk, mârifet, istiğnâ, tevhid, hayret ve fenâ olarak tertip ettiği yedi hakikat mertebesini anlatır. Aşılacak mertebelerin varlığı yolun gereklerini ve sâlikin yeteneklerini tam anlamıyla bilen bir mürşidi gerektirmektedir. Yolculuğun nihaî noktası olan fenâ aynı zamanda tevhid demektir, fenâya eren sâlik tevhid sırrını bulur. Bu noktada fenâ, bekānın anlamını da kuşatır; yani Hak’ta kendini kaybeden kendinde O’nun bulunduğunu idrak edecektir. Eserdeki “Sîmurg” çoklukla birlik arasındaki bağın simgesi olduğu kadar gerçekte aranan ve arayanın “kendi” olduğunu dile getirir. Yol, yolcu ve yolculuk temaları etrafında şekillenen bu muhayyile sâlikin içine düşmesi muhtemel zahmet ve sıkıntılara da özel bir vurgu yapar. Her mertebenin farklı sıkıntıları vardır. Taleb ve aşk yoksa yolculuk gerçekleşmez. İnsan yolun sonuna erdiğinde aradığını kendinde bulmuş ve tamamen aradığı şey olmuştur. Haddizâtında mâşuk, âşıktan başkası değildir. Bu anlatım aynı zamanda “nefsini bilen rabbini bilir” ilkesinin bir yorumudur. Attâr, ortaya koyduğu üslup ve yansıttığı içerikle Ahmed el-Gazzâlî’den gelen aşk vurgusunu Hallâc’daki biçimiyle fenâ ve cem’ gibi kavramlarla içiçe katmış, vahdet tecrübesinin çeşitli tezahürlerini dile getirerek kendisinden sonra aynı meseleleri ele alan sûfîler için sürekli hatırlanacak bir külliyat bırakmıştır. Bu külliyât içerisinde Tezkiretü’l-evliyâ, manzum değil mensur olma niteliğiyle öne çıkar. Bu eser var olan tasavvufî tabakat literatürü açısından da ayrı bir değer taşımakta olup ihtiva ettiği menkıbelerin önemli bir kısmı Attâr’ın manzum eserlerinde de mevcuttur.

Öne Çıkan Eserleri

  • Mantıku’t-Tayr: çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015.

  • İlâhînâme, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014.

  • Esrarnâme, çev. Mehmet Kanar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2014.

  • Tezkiretü’l-Evliyâ: çev. Süleyman Uludağ, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2007.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu