Hayatı
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır 1878’de Antalya’nın Elmalı kazasında doğdu. Babası Hoca Numan Efendi, küçük yaşında Burdur’un Gölhisar kazasının Yazır köyünden ayrılarak Elmalı’ya geldi, tahsilini orada tamamladı ve Şer’iye Mahkemesi başkâtibi oldu. Annesi Elmalı ulemâsından Esad Efendi’nin kızı Fatma Hanım’dır. Dedeleri Mehmed, Bekir, Hasan ve Bedreddin Efendiler ilmiye sınıfına mensuptu.
İlk tahsilini Elmalı’da yapan ve rüşdiyeyi de burada bitiren Hamdi Efendi, hâfızlığını yapmış, Arapça okumuş ve İslâmî ilimlerde ön bilgileri edinmiş olarak dayısı Hoca Mustafa Sarılar’la birlikte İstanbul’a geldi (1895). Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’nin Bayezid Camii’ndeki derslerine devam etmeye başladı (Hocasının da adı Hamdi olduğu için daha sonraları kendisine Küçük Hamdi lakabı verilecektir). İstanbul’daki diğer meşhur hocaların da derslerine devam ederek icazet aldı. 1905’de ruûs imtihanını kazandı. Mekteb-i Nüvvâb’a girdi ve buradan birincilikle mezun olarak kadı icâzetnamesi aldı. 1905-1908 yılları arasında Bâyezid Camii’nde dersler verdi. Bu vazifedeyken Meşihat (Şeyhülislamlık) Dâiresi Mektûbî kalemine tayin edildi (1906). Bir taraftan da Mekteb-i Nüvvâb’da ve Mekteb-i Mülkiye’de ahkâm-ı evkaf, Medresetü’l-Vâizîn’de fıkıh ve Medrese-i Süleymâniye’de mantık dersleri verdi, Meclis-i Maârif âzâlığı yaptı. İki yıl Huzur Dersleri’ne muhatap olarak katıldı. 1908’de dersiam oldu. Bu yıllarda dışarıdan felsefe, edebiyat, riyaziye tahsil etti, Sâmi ve Bakkal Ârif Efendilerden hat dersleri aldı (Sami Efendi’den ta’lik ve celî sülüs, Ârif Efendi’den sülüs ve nesih yazılarından icazet aldı), kendi kendine çalışarak Fransızca öğrendi.
Devrinin hemen hemen bütün ilim adamı ve aydınları gibi, çeşitli sebeplerle Abdülhamid idaresine muhalif olan Elmalılı, hararetle meşrutiyeti savundu ve bu görüşü temsil eden İttihad ve Terakkî Cemiyeti’nin ilim şubesinde görev aldı. Avrupâî bir meşrutiyet tarzı yerine şeriata ve memleketin geleneklerine uygun bir meşrutiyet modeli geliştirmek için çalışmalar yaptı. II. Meşrûtiyet’in ilanından sonra kurulan Meclis-i Mebusan’a Antalya mebusu olarak girdi. II. Abdülhamid’in hal’i için gereken hal’ fetvasını yazdı. 4 Ağustos 1918’de Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzalığına, 2 Nisan 1919’da da reisliğine tayin edildi. Damad Ferid Paşa’nın birinci ve ikinci kabinelerinde Evkaf Nazırlığı yaptı. Bu görevde iken ikinci rütbeden Osmanlı nişanı ile ödüllendirildi. 15 Eylül 1919’da Hey’et-i A‘yân (Senato) âzalığına getirildi. Cumhûriyet’in îlanı sırasında Mütehassisîn Medresesi’nde “mantık” müderrisi idi.
Damad Ferid Paşa kabinelerindeki görevi dolayısıyla, Millî Mücadele aleyhinde bu kabinelerin verdiği kararlardan sorumlu tutuldu, Fatih’teki evinden alınarak Ankara’da kırk gün tutuklu kaldı. Gıyabında idama mahkum edildi. Fakat Ankara İstiklal Mahkemesi’nde görülen mahkemede beraat etti. İstanbul’a dönerek inzivaya çekildi ve camiye gitmek dışında vefatına kadar evinden dışarı çıkmadı. Daha önce memuriyet yapmış olduğu kurumların lağvedilmiş olması sebebiyle gelir yolları kesilip maddî sıkıntı çektiği bu inziva döneminin ilk yıllarında, daha önce başlamış olduğu Metâlib ve Mezâhib adlı tercümesini tamamladı. Prens Abbas Halim Paşa’nın teşvikiyle büyük çaplı bir hukuk kamusu hazırlamaya koyuldu, ardından bu çalışmasını yarım bırakarak, TBMM’nce kararlaştırılan ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nca kendisine teklif edilen Kur’an tefsirini kaleme aldı.
Şabaniye tarikatına intisabı olan Elmalılı, 27 Mayıs 1942’de vefat etti. Sahra-yı Cedid Mezarlığı’nda babasının kabrine defnedildi.
Öğretisi
İslâmî İlimler ve Fıkıh
Elmalılı’ya göre İslâmî ilimlerin genel mevzuu, fert ve toplum açılarından “insan”dır (nüfûs-i insâniye). Mebâdîsi, yani bilgi ve hükümlerinde verilerinden istifade ettiği ilimler de kâinatın insan haricindeki tabaka ve kısımlarıyla ilgilenen bütün ilimlerdir. Bu genel mevzu, Kur’an’ın da mevzuu olduğu için, İslâmî ilimleri en üst seviyeden kuşatan ilim (cins-i ‘âlî) Kur’an ilmidir. Bu sebeple Kur’an’da beşeriyetin ruhuna dair meseleler açık, diğerleri ilke (mebâdî) olarak remizli anlatılmıştır. Bu câmi ve kapsayıcı ilme/ilimler grubuna “hikmet-i İslâmiye” ve “fıkh-ı mutlak” denebilir.
Elmalılı, İslâm medeniyetinin ruh ve kıvamını, amel ilmi demek olan fıkıh ilminde bulur. Ona göre bütün İslâmî ilimler fıkhın gelişmesine yardımcıdır. Fakat fıkıh ilminin medeniyetin ruhu ve kıvamı olması için, İslâm toplumunun aklî birikimini kuşatabilmesi ve onu doğru yöne kanalize edebilmesi gerekir. Nitekim hayatın beynine (“dimâğ-ı hayata”) giremeyen medenî kanunlar terkedilmiş olarak kalır. Bu noktada Hamdi Efendi hayatın devamlı değişen ve hiç değişmeyen unsurlarına dikkat çeker. Akaid ilminin ilk düsturu; “âlem değişkendir, fakat bu değişkenliği içerisinde onun birlik ve bütünlüğünü (âhengini) sağlayan bir kudret nizamı vardır” kaidesidir. İnsanlık ve insanlığın ayrılmaz unsurları da âlemin değişken unsurları arasındadır. Onun için beşeriyetin zihnî birikiminin ve fiilleriyle gerçekleştirdiği eserlerin günbegün artacağına inanmak gerekir, ancak insanlığın âhengini sağlayacak olan kudret nizamının da bu sürekli değişen, artıp çoğalan hadiselere birer şer’î hüküm tayin ederek bunları kuşatması gerekliliği de şüpheden azadedir. Burada gerekli olan, sözü edilen her yeni hükmün kendi tekilliğinde yeni olduğu kadar o büyük bütünlüğünde, Elmalılı’nın tabiriyle âheng-i küllîsinde sâbit ve değişmez ilkelerle irtibatlı olmasıdır. Sürekli değişip gelişen hayat unsurlarının bağlı olduğu değişmez ilkeler, umumi düsturlar Avrupa tarafından tarihî hukuk, tabîî hukuk, toplumun kanunları gibi düsturlar etrafında incelenmektedir. Biz ise bu ilkeleri Kur’an ve sünnet naslarında buluyoruz. Sünnetullahın değişmezliğini ifade eden (el-Ahzab 33/62 gibi) âyetler yukarıda sözü edilen değişmez ilkelere atıf yapar. Değişen hayat unsurlarından herbirinin şer’î hükmünü belirlemek ise ictihad ameliyesiyle mümkün olur ki bu da ehil âlimlere tevdî edilmiş bir görevdir. Kendilerine emanet edilen bu görevi hakkıyla yerine getiren ulemâ, beşeriyetin karşı karşıya kaldığı sürekli değişip gelişen hadise ve ihtiyaçları değişmez ilkeler çerçevesinde, fakat yeni hükümlere bağlar. İnsanlar arasında hak ile hükmetmekle memur olan hükümet kuvvetlerinin vazifesi ise bu yeni hükümleri ulemânın fikirlerinden çekip alarak hayat sahnesine taşımaktır.
Fıkıh ilmi, ilimleri birbirleriyle irtibatlı hale getiren bir bütünleştirici unsur, bir cihet-i vahdet mevkiinde bulununca, fıkıhla bütün ilimler arasında kuvvetli bir ilişki ve tabii bir hiyerarşi bulunması kaçınılmaz olur. Elmalılı’ya göre tabiat bilimleri, nizam-ı âlemin azametini ve bu nizamı meydana getiren Yaratıcı’nın kudretini müşahede etmeye vesiledir. Bu bilimlerin dayanağı beş duyu olduğu için faaliyet alanı sınırlıdır; vazifesi, duyularla idrak edilen sahanın ilerisini altıncı bir kuvvet olan aklî muhakemenin tedkikine havale etmek suretiyle ilahiyat ilimlerinin lüzumunu göstermekten ibarettir. Elmalılı nazarında muhtelif ilimlerin kendilerine mahsus olan kıymetlerini hakkıyla tanıyabilmek fıkıh ilminin vazifesidir. Bu düşünceyi fıkhın mevzuunun genişliğiyle temellendiren Hamdi Efendi, fıkhın mükelleflerin fiillerini konu edindiğini, fiillerin ise kalp ve beden amellerine şâmil olduğunu, bütün ilimlerin temelinde bulunan bilmek ve öğrenmek fiillerinin kalp amellerine dahil ve bu ilimleri öğrenirken gösterilen gayret ve çabanın ise beden amelleri kapsamına dahil bulunduğunu ifade eder.
Elmalılı yasa koyma (teşrî) ile ictihadı birbirinden ayırırken bunları temsil eden kavramlar olarak ‘irade’ ile ‘ilm’i tespit eder. Şeriat koyucunun nas ve naklinde esas olan irade, bu iradeyi illetiyle birlikte anlayıp yorumlamanın esası ise ilimdir. İctihad tamamen ilmî bir faaliyettir. Yasa koymada ise hem irade, hem ilim sözkonusudur. Nitekim yasa koymak hem hükümler vazetmeyi, hem de bu hükümlere dair illet ve şartları belirlemeyi içinde barındırır. İşin hüküm vazetme kısmı iradî, illet ve şartların belirlenmesi ise ilmî nitelik taşır. Bundan dolayıdır ki gerek fıkıh ilmi, gerek bütün hukukî ilimler bu iki bakış açısını birleştirmek mecburiyetindedirler. Bir şer’î hükmün veya bir kanun maddesinin ilmî yönünden gafil olan bir hâkim, o hükmü veya o maddeyi uygularken tamamen başarılı olamayacağı gibi, o hüküm veya maddenin naklî cihetinden gafil olan bir âlim de bir mahkeme huzurunda davasını kaybedebilir. Çünkü ilim ile irade karşı karşıya geldiğinde irade galebe eder. Şer’î hükümlerin anlaşılıp istinbat edilmesinde yalnız hadis ve tefsirin yetersiz oluşu da bu iki bakış açısının birleşmesi gerekliliğinin bir göstergesidir. İslâm şeriatında beşerin ferdî iradesi aslâ hakim olmadığı için teşrî fiili sırayla şu üç iradeye varıp dayanmaktadır: Allah’ın iradesi, peygamberin iradesi ve bu ikisine tâbi olan ümmetin iradesi. Fıkhın temel kaynakları olan kitab, sünnet ve icmâ da bu üç iradenin birer yasama kaynağı olarak terimleştirilmiş halini ifade eder. Bu üç iradeyi takip eden içtihat eylemi ise bunların şart ve illetlerini, hususi ve umumi münasebetlerini mümkün olduğu kadar anlayıp istinbat etmeye dayalı ilmî bir çabadır.
Elmalılı, metot ve konuları itibariyle birbirleriyle yakın bir ilişki içinde bulundukları ilk nazarda kolay kolay söylenemeyecek olan fıkıh ve tabiat bilimleri arasında aslında kuvvetli bir irtibat bulunduğunu gösterir. Buna göre bütün ilimler illet ve sebepleri araştırma esas ve amacında birleşmektedir. Fıkıh ilminde illet ve sebep araştırması Şâri’in iradesini ortaya koyma amacıyla yapılır ve bu araştırma tansîs-i menât, tahrîc-i menât, tenkīh-i menât ve tahkīk-i menât terimleriyle ifadesini bulur. Bu illet tespiti yöntemlerinden tansîs-i menât, tabiat bilimlerindeki müşahedeye (gözlem) tekabül etmektedir. Bu seviyede hem fıkıhçı, hem de tabiat bilimci pasif konumdadırlar, kendi çalışma alanlarına ilişkin olarak her ikisi de mevcut bilginin tespitiyle yetinirler. Nitekim tansîs-i menât aşamasında fakih Şâri’den nakledilen naslardaki açık veya kapalı delâletleri tespit ve tayin etmekle ve dolayısıyla Şâri’den ilim almakla yetinir. Zira o bu noktada müctehid değil, dinleyici ve öğrenici konumundadır. Elmalılı’ya göre sahabîlerin fıkhî mesaisi en çok bu neviden olduğu gibi, kendi yaşadığı dönemdeki fıkıhçılık da bunun bir gölgesinden ibarettir.
Fıkıhta esas ilmî faaliyet, yani ictihad tahrîc ve tenkīh-i menât ile başlar. Bunun tabiat bilimlerindeki mukabili de tikel olgulardan elde edilen gözlemlerin zihinde tümevarım yöntemiyle genelleştirilerek, daha önce bilinmeyen yeni bir sebeplilik ilişkisini tespit etmektir. Müctehid, Şâri’den nakledilen ibarelerde hükmü açık veya kapalı olarak zikredilmeyen hadiselerdeki ilâhî iradeyi tespit için lafzî olmaktan ziyade manevî ve aklî bir genelleştirme işlemine, cüz’îden küllîye doğru giden ilmî bir tümevarıma başvurur. Mutlak müctehid bu yolla yeni bir illet keşfeden âlimdir ve tahrîc-i menât da bu keşfin ismidir. Daha sonra yapılan çeşitli keşiflerle varlığı iyice belirginleşen illet üzerinde yapılan ince çalışmalarla, bu illete ilişen ama hüküm üzerinde müessir olmayan unsurların ayıklanması (tenkîh-i menât) suretiyle artık ictihadî bir kanun tespit edilmiş olur. Bu kanun esas alınarak yeni çıkarımlar yapılır ve illet başka olaylara tatbik edilir (tahkîk-i menât). Hanefîler nazarında ictihadın altında bir mertebe olan tahkîk-i menât bir keşif değil bir uygulama niteliğindedir.
Her ilimde “nakliyet” ve “ilmiyet” şeklinde iki esaslı cihet bulunduğunu söyleyen Hamdi Efendi’ye göre fıkhın akliyeti ile nakliyetini birbirinden ayıramamak, delilini dikkate almaksızın ulemadan nakledilen sözleri taklit etmek demektir. Halbuki fakihlerin görüşlerinin iradî değil, ilmî kıymetleri vardır ve bu ilmiyet de ancak bu görüşlerin dayandıkları delillerin incelenmesiyle ortaya çıkar. Bundan dolayı da fıkhî meselelerde naklî anlamda kıymet Şâri’in naslarındadır, âlimlerden nakledilen görüşler ise başlıbaşına irâdî kıymete sahip olmadığından dolayı delilini dikkate almaksızın herhangi bir ilmî hükmü haiz değildir. Bu sebeple ulemânın görüşleri sadece taklit noktasından sözkonusu edilebilir, ve yine aynı düşüncenin sonucu olarak müçtehitlerin görüşlerini illet ve delillerine bakmayarak maslahatımıza uygun olduğu için alıvermek, ulemaya ait nakilleri Şâri’in nakilleri yerine koymak anlamına geldiğinden dolayı meşru değildir. Böyle yapmakla hem Şâri’in iradesine karşı gelinmiş olur, hem de hükümler arasındaki genel münasebetin “ilmiyet”i halele uğratılmış olur. Âlimlerden nakledilen görüşlerin önemi onların ilmiyetinde aranmalıdır, bu ilmiyet nispetinden onlar Şâri’in iradesini temsil edebilirler. Şu halde âlimlerden nakledilenlerin ilmiyetine bakılmayarak sadece söylenilmiş oldukları için taklid ve telfik edilmesi, Elmalılı’ya göre “bizim emrâz-ı cedîde-i teşrî‘iyemizden biridir. Çünki şer‘de hâkim olan nakil, irâde-i Şâri‘e dâir olan nakildir.”
Fıkıhta mevcut bulunan görüş ayrılıkları ve fikir ihtilaflarından meydana gelen mezhepler Elmalılı nazarında çok tabii bir sürecin ürünleridir. Bunların hepsi hikmet-i hukukun dalı, cümlesi Şeriat ağacının meyveleridir. Bu fıkhî ihtilaflar ve farklı mezheplerin mevcudiyeti, bizim için büyük bir imkândır. Elmalılı’ya göre toplumu bir yandan ilâhî nizama, diğer yandan modern çağın gerekliliklerine uygun olarak sevk ve idare etmek fıkhı kendi aslî kaynaklarına bağlı kalarak yeniden işleyip zenginleştirmekten geçer. Elmalılı, Meşrutiyet’in akabinde fıkhın modernleştirilmesi amacıyla eğitim, yasama ve yargı boyutlarını içeren kapsamlı bir proje geliştirmiştir. Bu proje şunların gerçekleştirilmesini içermektedir:
-
Mecelle Cemiyeti’nden daha geniş ve uzman bir ilim heyeti teşkil etmek,
-
Avrupa kanunlarını tercüme etmek,
-
Gayri müslimlerin ehliyetli ilim adamlarından oluşan bir hukuk heyeti oluşturmak,
-
Güncel fıkhî meseleleri (hâdisât) ve küllî muamelelerimizi belirlemek,
-
Öncelikle Hanefî fıkhından başlamak üzere tetkik, tatbik, toplama ve telif ameliyesine girişmek,
-
Yapılacak çalışmalarda bütün mezhepleri dikkate almak ve insanların ihtiyacına en uygun hükümleri hangi mezhepten olursa olsun almak,
-
Aranan mesele mevcut fıkıh mezheplerine dair eserlerde bulunamazsa bunu –çözümünü orada aynen bulabilsek bile- Avrupa kanunlarından hareketle değil, şer’î felsefemizin kaidelerinin ışığında çözmek.
Elmalılı kendi hukuk mirasımızı esas alarak fakat modern hukuk biliminin birikiminden de faydalanmak suretiyle, geniş soluklu ve çok yönlü bir çabayla, hukukun bütün alanlarını içine alacağından kapsam olarak Mecelle’den çok daha şümullü, etraflı ve kuşatıcı bir kanun/kanunlar serisi yapılması gerekliliğini dile getirmektedir. Bu çalışmalar fıkıh eğitiminin gelişip yenilenmesini de beraberinde getirecektir. Bir diğer önemli nokta da, Elmalılı’nın projesinin, 19. yüzyılın ürünü olan yargıdaki ikiliği gidermeyi de hedeflemesidir.
Toplum ve Medeniyet
Elmalılı, insanların toplum halinde yaşamalarını izah eden iki temel yaklaşım olduğunu belirtir. Medeniyetin zorunlu olduğunu ileri süren Aristo’ya mukabil, J. J. Rousseau insanların medenî topluluklar halinde yaşamasının ihtiyarî olduğunu savunmaktadır. Sosyal kontrat görüşünün sonucu olarak medeniyet, insanların özgür iradeleriyle yaptıkları sözleşmenin sonucudur ve parlamentolar, seçimler, kanuna dayalı akitler hep o ilk genel sözleşmenin dalları sayılır. Rousseau’nun görüşünün doğal sonucu, beşer iradesinin medeniyeti yok edebilme potansiyeline sahip oluşudur. Bu yaklaşımı beşerî iradenin âmilinin ne olduğunu açıklayamaması bakımından yetersiz bulan Elmalılı, bu âmilin tabiattan başka bir şey olmadığı kabul edildiği takdirde de medeniyetin tabîî olduğu şeklindeki birinci görüşün ağırlık kazanacağına dikkat çeker. Fakat medeniyetin tabîî olduğu kabul edilecek olursa da bu takdirde insanların hürriyet haklarını teslim etmemek, insanları fıtraten toplumsal bağlara esir saymak gerekecektir. Böyle bir sonuç ise beşer tabiatına muhalif olduğu için kendi içinde bir çelişki taşımaktadır.
Medeniyetin kökeni hakkındaki bu iki temel görüşü böylelikle eleştiren Elmalılı, fıkhın medeniyet anlayışını ortaya koymaya girişir. Buna göre fıkıh, beşer fıtratının medeniyete yalnız istidadını kabul ettikten sonra bu medeniyetin tahakkukunu ihtiyârî telâkkî etmiş, medeniyetin gerçekleşmesi için gereken irade ve ihtiyarda insan tabiatından başka bir âmil de gözetmiştir. Medeniyet fikrinin muhtemelen “idèe innè” denilen ve insan fıtratının doğuştan getirdiği fikirlerden olduğunu düşünen Elmalılı, insanlığın ilk ebeveyninin medeniyet idrakine istidatlı olarak yaratıldığı, en basit bir surette bile olsa medeniyet fikrinin kendilerine vahiy ve ilham olunduğu, fakat bu fikrin geliştirilip gerçekleştirilmesinin mükteseb olup peyderpey evlatlarında yerleşip kökleştiği kanaatindedir. Böylelikle insanlar ne medeniyet fikrinden uzak bir zaman geçirmiş, ne de medeniyet yolunu tutmaları bir içgüdü kabilinden zorunlu olmuştur.
Ahlak ve Siyaset Düşüncesi
Elmalılı 1908’deki Meşrutiyet’in ilanını büyük bir sevinçle karşılamıştır. Hürriyetle özdeşleştirdiği Meşrutiyetle İslâm arasında hiçbir problem olamayacağını vurgular. Fakat bunun için meşrutî idarenin göstermelik olarak değil, gerçekten İslâmî idealleri kucaklaması, devlet idaresinin şeriata uygun ve istibdada yol açması mümkün olmayan bir kuvvetler dengesi içerisinde sürdürülmesi, yani kısaca “meşrûtiyet-i meşrû’a” olabilmesi gerekir. Meşrutiyet idaresinin sağlıklı bir biçimde hayatiyetini sürdürmesini hem Osmanlılar, hem İslâm dünyası için bir hayat-memat meselesi olarak görür.
Elmalılı Hamdi Yazır, siyasî bir toplulukta üç esasın ortaya çıktığını söyler: 1. adalet ve saadetin kaynağı olan kanunların seçilip tedvin edilmesi; 2. bu kanunların uygulanması; 3. davaların çözüme kavuşturulması. Siyaset düşüncesi tarihinde Montesquieu’dan itibaren yerleşip benimsenen bir anlayışın ifadesi olarak, yasama, yürütme ve yargının tek elde toplanmasının her türlü zulme yol açan ilkel bir yönetim biçimi olduğunu söyleyen Elmalılı, biraz medenî bir devlet haline gelen her beşer topluluğunda bu güçlerin doğal bir bölünme geçirdiğini ifade etmektedir.
Devleti muhtelif ve uyumlu organlardan oluşan bir bedene benzeten Hamdi Efendi, ilkel canlıların hayatî fonksiyonlarını tek bir organla idare edebilirken, gelişmiş organizmaların bu fonksiyonları ihtisas kanunu gereğince muhtelif organlar vasıtasıyla gerçekleştirdiğini söyleyerek, siyasî teşekküllerde de aynı kanunun geçerli olduğunu, siyasî bir yapı medenî bakımdan geliştikçe devletin gördüğü fonksiyonların farklı kuvveler eliyle görüldüğünü ifade eder.
Müellife göre meşrutî bir hükûmet devletin bu üç fonksiyonunun kendilerine mahsus kuvvetler tarafından yerine getirilmesi esasına dayalı meşru bir yönetim şekli olup, anayasa da bu üç kuvvenin sınırlarını çizen, milletin ve hükûmetin mukabil hak ve vazifelerini belirleyip sınırlandıran ve kayda geçiren bir adalet belgesidir. Meşrutî yönetimde bu üç kuvvet birbirinden tamamen bağımsız değildir, aralarında keskin bir sınır yoktur. Devlet ruha teşbih edilirse, tıpkı ruhun kuvveleri bir yandan birbirlerinden ayrı fakat aynı zamanda birbirleriyle sıkıca irtibatlı olduğu gibi, devletin bu üç kuvvesi de yekdiğerleriyle hem irtibatlı hem de diğerlerinden ayrıdır. Meşrutî yönetimi tesis ederken en büyük hüner işte bu kuvvelerin birleşip ayrıştığı noktaları milletin tarihî tecrübesine, siyasî terbiyesine, memleketin kapasitesinin gerekliliklerine, şer’î maslahatların icaplarına göre düzenleyebilmekte kendini gösterir. Nitekim kanun yapmak sadece yasama merciinin işi olmayıp yürütmenin de bu mühim işte iştiraki olmak lazımdır. Bundan dolayı kanun çıkarmak hususunda genel meclis ile yürütme gücünün salâhiyetlerinin tahdit edilmesi bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır. Vekillerin tayin ve azl edilmeleri de bu iki kuvvet arasında hassas olan diğer bir meseledir. Yasama ve yürütme arasında ortaya çıkması muhtemel önemli bir görüş ayrılığı durumunda, yürütmenin meseleyi doğrudan millete götürebilmesi, emniyet cihazı olarak düşünülmüş bir tedbirdir.
Elmalılı Hamdi Efendi, devletin bu üç kuvveti arasında tam anlamıyla bağımsız olduğu söylenebilecek kuvvetin yargı olduğunu belirtir. Hâkimler vazifelerini yerine getirirken yasama ve yürütmeden tamamen bağımsız olarak hareket etmelidirler. Mahkemelerin sağladığı adalet, kendisine şeriat ve kanundan başka uyulacak bir esas tanımaz. Bu bağımsızlığı temin etmek için Kanun-ı Esâsî hakimlerin azledilemez olduğu ilkesini benimsemiştir. Bununla birlikte, hakimlerin verdiği bazı cezalar, hiçbir şahsî hakkı ihlâl etmemek şartıyla hükümdar tarafından hafifletilebilir veya affedilebilir. Aynı şekilde hükümdar umumî af çıkarabilir. Bunun yargıya kısmen bir müdahale anlamına geldiği söylenebilirse de, şer’an ulu’l-emrin bu tarz af veya hafifleştirmeleri tazir alanında yapma yetkisine sahip olduğunu da dikkate almak gerekir. Ancak şeriat ulu’l-emre böyle bir yetki tanımakla beraber, yargının bağımsızlığına daha büyük bir vurgu yapar.
Öne Çıkan Eserleri
-
Hak Dini Kur’ân Dili: Ebuzziya Matbaası, İstanbul 1935-1939.
-
Tahlîlî Tarih-i Felsefe: Metâlib ve Mezâhib – Ma-ba‘de’t-Tabia ve Felsefe-i İlâhiye: Matbaa-i Âmire, İstanbul 1341 (Paul Janet ve Gabriel Séailles’in beraber hazırladıkları Histoire de la Philosophie isimli felsefe tarihinin ilahiyat ve metafizik kısımlarının tercümesidir).
-
İrşâdü’l-Ahlâf fî Ahkâmi’l-Evkâf: Matbaa-i Ahmed Kâmil, İstanbul 1330.
-
Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler: yay. haz. Asım Cüneyd Köksal ve Murat Kaya, Klasik Yayınları, İstanbul 2011.
-
Osmanlı Anayasasına Dair: haz. Asım Cüneyd Köksal, Ufuk Yayınları, İstanbul 2014.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu