Hayatı

Kâ‘bî 319 yılında bugün Afganistan sınırları içinde yer alan Belh’te dünyaya geldi. Bağdat’ta dönemin önemli Mu’tezile âlimi Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât’tan kelâm ve Müberred’den nahiv dersleri aldı. Bunun dışında eğitim hayatı ve hocaları hakkında detaylı bir bilgi yoktur. Ancak Bağdat’ta birçok öğrenci yetiştirdiği hatta o dönemde Basra ekolünün reisi olan Ali el-Cübbâȋ’nin bazı taleberinin de ondan ders aldığı bilinmektedir.

Kaynaklarda Kâ’bȋ’nin çeşitli dönemlerde siyâsȋ görevler aldığı da bildirilir. Gençliğinde Zeydiyye’nin Taberistan emiri Muhammed b. Zeyd ed-Dâȋ’nin katipliğini yaptı. Bu devlet 287 yılında yıkılınca onun görevi de sona erdi. Ayrıca Sâmânîler’in Horasan valisi Ahmed b. Sehl el-Mervezî’nin yardımcılığını da yaptı. Ahmed b. Sehl ayaklanınca bir süre hapsedildiyse de Ali b. Îsâ el-Cerrâh ya da bir sonraki vezir Hamȋd b. Abbâs aracılığıyla hapisten çıktı. Bu olumsuz tecrübeler yüzünden devlet görevi almaya tövbe ettiği bildirilmiştir. Ka’bȋ, Nesef başta olmak üzere çeşitli şehirlerde müderrislik yaptıktan sonra asıl şöhretini Mu’tezile’yi yaymak için gittiği Horasan’da yakaladı. Burada ilgiyle karşılandı, fikirleri geniş ölçüde benimsendi, hatta dünya ehlinin imamı olarak bilindi. Eserlerinin çoğunu ise Bağdat’ta kâleme almıştır. İhtilaflı olsa da 1 Şâban 319’da (19 Ağustos 931) Belh’te vefat ettiği görüşü ağırlık kazanmıştır.

Kâ’bȋ özgün ve objektif bir âlim olarak dikkati çekmiştir. Savunduğu konularda mezhebini kıyasıya eleştirmesi ve dönemin önemli âlimleri tarafından eleştirilmesi bunun göstergesidir. MakâlâtUyȗnü’l-Mesâil ve Kabȗlü’l-ahbâr dışındaki eserleri günümüze ulaşmamıştır. Bilgi konusunun ardından fırkalara ve görüşlerine yer verdiği Makâlât, Eş’arȋ’nin meşhur Makâlât adlı eserinin de kaynağı olmuştur. Burada tüm fırkaları taassuptan uzak objektif biçimde tanıtmış ayrıca Mu’tezile ricâlini bölgelere göre tasnif etmiştir. İsbât-ı vâcib konularına ağırlık veren Uyȗnü’l-mesâil ise esasında müstakil bir eser olmasına rağmen sonraları Makâlât’ın bir bölümü haline getirilmiştir. Günümüze gelen Fazlü’l-İ’tizâl de Makâlât’ın bir bölümüdür. Kabȗlü’l-ahbâr fȋ ma’rifeti’r-ricâl ise haber çeşitleri ve kabul şartları ile hadis ricâlinin eleştirisine yer veren bir eserdir. Kaynaklarda sırf adı geçen kırka yakın eserinden hareketle bile kelâm, Arap dili, hadis, fıkıh, tarih, tefsir ve felsefe gibi geniş bir yelpazede fikir ürettiği görülmektedir. Günümüze ulaşmasa da tefsiri farklı ekollerden pek çok müfessire ilham kaynağı olmuştur. Mevcut eserleri dışında, Mâtürîdî, Ebû İshak el-İsferâyînî ve Abdülkâhir el-Bağdâdȋ gibi Sünnȋ, Kâdȋ Abdülcebbâr, Nisâbȗrȋ ve İbn Metteveyh gibi Mu’tezilȋ âlimlerin verdikleri bilgilerden fikirlerine ulaşmak mümkündür.

Ka’bȋ kendi döneminde önemli şahıslarla polemiklere girmiştir. Özellikle o devirde zındıklıkla suçlanan İbnü’r-Râvendî ve Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî ile tartışmaları meşhurdur. Ancak onun İbnü’r-Râvendî eleştirisi hocası Hayyât kadar sert olmamış, daha çok Câhiz eleştirisi ile tevellüd fikrine cevap vermiştir. Zekeriyyâ er-Râzȋ ile de zaman kavramı üzerinde tartışmış, hattı bazı felsefȋ konularda ona bilgiler vermiştir. Mu‘tezile ile de pek çok hususta ayrı düşen Ka’bȋ Ebû Ali el-Cübbâî’yi irade ve aslah konularında eleştiren reddiyeler yazmıştır. Hayyât, Ali el-Cübbâȋ, Ebȗ Hâşim, Eş’arȋ ve Mâturȋdȋ gibi önemli kelâmcılarla aynı dönemi paylaşması fikirlerini etkilemiştir. Bu kişilerin ona reddiyeler yazmaları görüşlerini önemsedikleri anlamına gelir. Nitekim Mâturȋdȋ Kitâbü’t-Tevhȋd’de Ka’bȋ’ye büyük yer vermi, zati ve fiili sıfatlar, kulların fiilleri, rüyetullah, kader ve büyük günah gibi pek çok konuda onu eleştirmiştir.

Öğretisi

Ka’bȋ’nin lehte ya da aleyhte üzerinde durulan fikirleri genelde tabiat ve ulȗhiyetle ilgilidir. Onun tab’ düşüncesini savunması ve ilâhȋ sıfatlar konusunda resmȋ Mu’tezilȋ tavrını yorumlaması, başta Nȋsâbȗrȋ ve Mâturȋdȋ olmak üzere pek çok âlim tarafından eleştirilmiştir. Bazı konulara dair görüşleri özet olarak şu şekildedir:

Bilgi teorisi: Kâbȋ bilgi konusuna Mu’tezile’nin genel yaklaşımı çerçevesinde bakmaktadır. Ona göre duyu organları, haber ve akıldan oluşan bilgi kaynaklarını reddetmek mümkün değildir. Eşyanın hakikatini inkâr etmek ise inattan kaynaklanabilir. Bilgi kaynakları içinde aklın özel bir yeri vardır; zira diğer kaynakları akıl değerlendirmektedir. Akıl insanın kâmil bir varlık olması için de önemlidir. Dolayısıyla kulun mükellef tutulması ilâhȋ adaletin bir gereğidir. Bu sebeple Kâ‘bȋ taklîdȋ imanı câiz görmemiştir. Varlık anlayışıyla bağlantılı olarak bilgiyi de kadȋm ve hâdis olarak ikiye ayırmıştır.

Ulȗhiyet: Ka’bȋ’ye göre tevhîd, Allah’ın bir olduğunu kabul etmekten ziyade nesne ve olayların yaratıcısı olduğuna inanmaktır. Arazların yaratılmışlığı üzerine bina edilen hudȗs delili O’nun varlığını, iki ilâh tasavvur etmenin aklen imkânsızlığı ise birliğini ispat etmektedir.

Kâbȋ Allah’a gerçek anlamda sıfat nisbet etmeyi başka varlıklarla benzerlik ortaya çıkaracağı için kabul etmez. Bu sebeple sıfatlar ya Allah’ı niteleyen insan sözüdür ya da O’nun kendi sözü ve kitabıdır ve her ikisi de hâdistir. Allah'ın sıfatı O’na nispet edilen bazı manaların olduğunu kabul etmektir. Dolayısıyla sıfatları tam bir taksime tabi tutmanın da imkanı yoktur.

Kâbȋ Allah'ın iradeyle vasıflandırılmasını ise mecazȋ görmüştür. Zira ilâhȋ irade Allah’la kaim bir sıfat olmadığı gibi bir mahalde olmak anlamında hâdis dedeğildir. O’nun mürid olması ise âlim, kadir, fiilinde başkasına boyun eğmeyen ve isteksiz olmayan demektir. O’nun fiillerinde mürȋd olması ise ilmi gereği onları yaratmasıdır. Kullarının fiillerinde mürid olması ise onları emretmesi ve yapılmasından razı olmasıdır.

Ka‘bȋ, sem’ ve basar sıfatlarını da bilme anlamında tevil etmiştir. Buna göre Allah’ın işitmesi ve görmesi kendinden başkasının işittiği ve gördüğü şeyleri bilmesi anlamına gelmektedir.

Ona göre irâde gibi kelâm sıfatı da hâdistir. Kur’ân levh-i mahfûzda yaratılmıştır. İnsanların okuduğu, dinlediği ve yazdığı lafızlar ise Kur’an’ın kullara indirilen bir benzeridir.

Kâbȋ rüyetullahı da reddetmiş, O’nu görmeyi bilip idrak etmek şeklinde yorumlamıştır. Bunun delili olarak ise Hz. Mûsâ’nın Allah’ı değil de O’na delâlet eden bir alâmeti görmeyi istemesini ileri sürmüştür. Görmenin şartları dikkate alındığında, cisim ya da cismânȋ bir varlık olmadığı için bu dünyada görülemeyen Allah ahirette de görülemez.

Tabiat: Kâbȋ evrenin cevher ve arazdan oluştuğunu savunan atomcu teoriyi ana hatlarıyla kabul etse de farklı biçimde yorumlamıştır. Ona göre cismi oluşturan cevher, boyutsuz ve hacimsiz olarak düşünülebilir ancak varolduğu sürece mutlaka bir arazı taşımalıdır. Cevheri farklı kılan dört özellik ise kevn, temeyyüz, vücȗd ve paralel olmaktır. Cevherlerin birleşerek üç boyutlu cismi oluşturması telif arazı sayesindedir. Eşya renk, tat, koku, sıcaklık, soğukluk vb. arazlar sayesinde özellik kazanır ve belirgin hale gelir. Bu özellikler ise Allah’ın bekâ arazını sürekli yaratmasıyla devam eder.

Kâ‘bî varlıkların belirli bir tarzda hareketini sağlayan özel tabiatları (tab’) olduğunu da kabul etmiştir. Cevherlere yerleşen bu nitelikler cisimlerin belli fiilleri yapmaları için yaratılmıştır. Böylece gözde, onu görmeye hazır hâle getiren tabii görme yeteneği, ateşte ise alevlenme ve yanıcı şeyleri yakma özelliği vardır. Ancak tabiatın meydana getirdiği bu fiil (mütevellid) gerçekte tabiatın değildir, bir müsebbibin onun meydana gelmesine sebep olması (tevlȋd) yoluyla oluşmuştur. Ka’bȋ bu görüşü sebebiyle başta Nisâbȗrȋ olmak üzere pek çok kişi tarafından eleştirilmiştir.

Ka’bȋ yeryüzünün yuvarlak olduğunu ve feleğin merkezinde olduğu için de hareketsiz kaldığını kabul etmektedir. Ona göre cevher ve araz, adem halinde yalnızca şeydir. Madȗm şey, malum ve mezkur olabilse de cevher ve araz olamaz. Ka'bi ve Bağdat Mu’tezilesi hem âlemin içindeki hem de dışındaki boşluğu reddetmiştir. Cevher-i ferdin uzamı ve yönü olmadığı için ne hareket edebilir ne de görülebilir. İki cevherin aralarında bir üçüncüsü olmadan ayrılamamaları âlemde boşluğun olmadığını ortaya koymaktadır.

İnsan Fiilleri: Kâbȋ’ye göre araz olan fiiller Allah tarafından yaratılmamıştır. İnsan Allah'ın onlarda yarattığı kudretle fiillerini yaparlar. O, kesb teorisini eleştirmiş ve bir fiilin gerçek manada hem insana hem de Allah'a nisbetini muhal bulmuştur. İnsan Allah'ın onlarda yarattığı irade ve kudretle fiillerini yapan varlıklardır. O, aklen çirkin bulduğu için teklifi mâ lâ yutâk ile yükümlü tutulmayı da reddetmiştir. İnkar edeceklerini bildiği halde Allah’ın insanları yaratması ise bir fazilet ve ihsandır. Bu durumda insan itaatlere sarılarak yaratanına şükretmelidir.

İmâmet: Bu konuda Zeydîler’e yakın görüşleri savunan Kâ‘bî, ilk dönem Şiîler’inin Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in hilâfetini kabul ettiğini ileri sürmüştür. İmamın Kureyş'ten olması ise daha uygun ve doğrudur. Ancak fitne çıkması ihtimalinde Kureyşli olmayan birine biat etmek de caizdir. O, imameti, toplumsal bir mesele olarak gördüğünden nass olmasa da insanların kendi maslahatları gereği imam tayin etmelerinin aklen vacip olduğunu söylemiştir.

Temel Soruları

Şâhidle gâibe istidlâlin keyfiyeti nedir?

Doğru bilgiyi ortaya çıkaracak biçimde cedel nasıl tertip edilir?

Cedelin âdâbı nelerdir?

Cevher-i ferd teorisi ile tabiat fikri nasıl telif olunabilir?

Atomcu teori ile birlikte evrende boşluk fikri savunulabilir mi?

Boyutsuz bir atomdan boyutlu cisimler nasıl oluşmaktadır?

Allah evren ilişkisinde irade sıfatını nasıl anlamak gerekir?

Zâtȋ ve fiili sıfat ayrımı neye göre yapılmalıdır?

Resȗlullah’tan gelen bilgileri en sahih biçimde nasıl elde edebiliriz?

Öne Çıkan Eserleri

  • Fazlü’l-İ‘tizâl ve Tabakâtü’l-Mu’tezile: thk. Fuad  Seyyid, ed-Darü’t-Tunisiyye, Tunus 1974.

  • Kabûlü’l-Ahbâr fî Ma’rifeti’r-Ricâl: thk. Hüseyin Hansu, Kuramer, İstanbul-Amman 2018.

  • Kitâbu’l-Makâlât ve Ma‘ahu ʿUyûnü’l-Mesâʾil ve’l-Cevâbât: thk. Hüseyin Hansu-Racih Kurdi, Abdülhamid Kurdi, Kuramer, İstanbul-Amman 2018.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu