Hayatı

Ebû Hanîfe, 80/699 yılında Kûfe’de doğdu. Mensup olduğu ailenin aslen Afganistan’ın Kâbil bölgesinden geldiği, Sâsânîler devrinde önemli devlet hizmetlerinde bulunan fertler yetiştirmiş bu ailenin İslâm fetihleri sonucunda Irak’a taşındığı aktarılır. Babası Sâbit, hür ve müslüman olarak doğup büyümüş ve birçok yeri dolaştıktan sonra Kûfe’ye yerleşmiş, ticaretle uğraşan zengin bir kişiydi. O dönemde büyük bir eyaletin merkezi konumundaki Kûfe’de doğup büyüyen Ebû Hanîfe, önceleri babası gibi ticaretle meşgul olmuş, ilmî faaliyetlere yoğunlaşması akabinde ticareti ortakları aracılığıyla devam ettirmiştir.

Ebû Hanîfe, yaşadığı dönem itibarıyla İslâm tarihindeki üçüncü kuşak müslümanlar arasında sayılır yani “tebeü’t-tâbiîn” neslindendir. Enes b. Mâlik gibi bazı sahâbîlerle görüştüğü için kendisini tâbiîn içinde değerlendirenler de vardır. Küçük yaşlarda Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş, kıraat-ı seb‘a âlimi Âsım b. Behdele’den kıraat ilmini öğrenmiştir. Kûfe’nin o devirdeki önde gelen âlimlerinden Ebû Amr eş-Şa‘bî’nin tavsiyesi üzerine ilim tahsiline başlayan Ebû Hanîfe, önce akâid ve cedel ilimlerini öğrenmeye koyuldu. Bu alanda derinleşebilmek için kelâmî görüş, yaklaşım ve teorilerin güçlü olduğu, çeşitli itikadî ekoller arasında yoğun tartışmaların yaşandığı Basra şehrine gidip geldi. Buradaki ders halkalarına ve tartışma ortamlarına katılıp kelâmî yönünü güçlendirmekle birlikte, sahâbe kuşağından itibaren İslâm ümmetinin kâhir ekseriyeti tarafından benimsenen itikadî ilkelerden ayrılmamaya özen gösterdi. Hatta bu ziyaretleri esnasında söz konusu ilkelerden ayrılan kimi inkârcı ve bid‘atçi gruplarla tartışmalara girdiği nakledilir.

Ebû Hanîfe’nin yoğun bir şekilde ilim tahsil ettiği bu dönemde İslâmî ilimler henüz birbirlerinden net çizgilerle ayrılmamış ve müstakil disiplinler haline gelmemişti. Ancak kendisinin belli bir tarihten itibaren bugün fıkıh diye anılan sahaya ilişkin meselelerle daha yoğun bir şekilde meşgul olduğu nakledilir. Belli bir kelâmî perspektif geliştirmiş bulunan Ebû Hanîfe, ulaştığı ilkelerden hareketle artık bu dönemde daha ziyade amelle ilgili konularla ilgilenmeye başlamıştır.

Ebû Hanîfe, fıkıhla daha çok ilgilenmeye başladığı ve yaklaşık olarak hicrî 102-120 yılları arasına rastlayan bu dönemde, Hammâd b. Ebû Süleyman’ın derslerine devam etti. Kûfe re’y ekolünün üstadı konumundaki Hammâd’ın mensup olduğu ilmi çizgi, hocası Nehaî üzerinden tâbiînin ileri gelenlerine ve de onlar aracılığıyla Hz. Ömer, Hz. Ali ve Abdullah b. Mes‘ûd gibi ictihadî yönü ön planda olan sahâbîlere kadar uzanmaktadır. Ebû Hanîfe’nin görünürdeki en önemli hocası Hammâd olmakla birlikte, aslında onun üzerinden önceki kuşakların birikimini elde etmiştir. Kendisinin Kur’ân ve sünnet bilgisinin oluşumunda ve fıkhî yaklaşımlarının belirginleşmesinde, Hammâd üzerinden ulaştığı Nehaî ve Şa‘bî gibi âlimlerin önemli bir payı vardır. Ayrıca Hicaz bölgesine yaptığı ziyaretler esnasında tanışıp görüştüğü İkrime, Atâ b. Ebû Rebâh ve Nâfi gibi âlimlerden de istifade eden Ebû Hanîfe, onlar vasıtasıyla Mekke ve Medine’de gelişen ilmî birikimi elde etmiş ve Abdullah b. Ömer ve İbn Abbâs gibi sahâbîlerin ictihad ve görüşlerine ulaşmıştır.

Ebû Hanîfe, Hammâd’ın hicrî 120 yılındaki vefatına dek derslerine devam etmiştir. Hocasının vefatı akabinde, arkadaşları ve diğer öğrencilerin ısrarları üzerine kırk yaşında iken halkanın başına geçmiştir. Vefatına kadar bu halkanın üstadı olarak uzun yıllar boyunca ders veren Ebû Hanîfe, binlerce öğrenciye ilim öğretmiştir. İslâm dünyasının hemen her bölgesinden gelip halkaya oturan ve içlerinden çok sayıda müctehidin de çıkacağı bu öğrenciler, fıkıh ilminin gelişiminde ve hocalarına nispetle anılacak olan Hanefî mezhebinin teşekkülünde çok ciddi bir paya sahip olacaklardır.

Ebû Hanîfe’nin ömrünün büyük bir kısmı Emevîler, son on sekiz yılı Abbâsîler dönemine denk gelmiştir. Ebû Hanîfe, her iki devletin yöneticilerine karşı mesafeli bir tavır takınmış, onların kimi icraatlarını Kur’ân ve sünnete aykırı bularak eleştirmekten çekinmemiştir. Bu yüzden kimi zamanlar baskı görse de doğru bildiğinden vazgeçmemiş, özellikle Ehl-i Beyt mensuplarına karşı sergiledikleri katı tutum karşısında onlara karşı çıkmıştır. Ehl-i Beyt’e duyduğu muhabbet, Emevîlerle Hz. Ali soyundan gelenler arasında yaşanan mücadelede dönemin pek çok âlimi gibi Ebû Hanîfe’yi de onların tarafında yer almaya sevk etmiştir. Son Emevî halifesi II. Mervan’ın kadılık teklifini reddetmesi üzerine hapse atılmış ve darp edilmiştir. Abbâsîlere karşı daha ılımlı bir tavır takınan Ebû Hanîfe, bir müddet sonra bu hanedan mensuplarının tavırlarından da rahatsız olmuş ve Ehl-i Beyt’e karşı icraatlarını açıkça eleştirmiştir. Halife Mansûr’un Bağdat kadılığı teklifini kabul etmeyince yine hapse atılmış ve işkenceye uğramıştır. Hapiste iken zehirlenerek öldürüldüğü de aktarılmakla birlikte, hapisten çıktıktan bir süre sonra öldüğü yönündeki rivayetler daha güçlüdür. 150/767 yılında vefat eden Ebû Hanîfe, Hayzürân Kabristanı’nın doğu tarafına defnedildi. Kabri, günümüzde Bağdat’ta kendisine nisbetle Âzamiye diye anılan mahaldedir. Selçuklu veziri Şerefülmülk el-Hârizmî kabrinin üzerine bir türbe ve yanına cami ile medrese inşa ettirmiştir. Bu külliye, uzun yüzyıllar boyunca önemli bir eğitim merkezi olarak kalmış olup hala ziyaret edilen bir merkezdir.

Öğretisi

80-150/699-767 yılları arasında yaşayan Ebû Hanîfe, İslâmî ilimlerin henüz birbirlerinden keskin hatlarla ayrışmadığı ve müstakil disiplinlere dönüşmediği bir dönemde faaliyet göstermiştir. Onun çalışmaları, özellikle fıkhın müstakil bir ilim olarak doğuşu ve muhtevasını kazanış süreci bakımından önem arz eder. Ebû Hanîfe fıkhı, “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir” diye tarif eder. Tarifte yer alan leh ve aleyh kelimeleri, haklar ve sorumluluklar şeklinde anlaşılabilir. Bir din bilimi tarifi olarak da görülebilecek olan bu cümle, bugün anladığımız şekliyle sadece dar anlamda fürû fıkhı değil, kelâm ve ahlâk-tasavvufu da içine alacak şekilde yapılmış genel bir tariftir. Daha sonra bu tarif “amel bakımından” kaydı eklenerek dar anlamda fıkıh tanımı, “itikad bakımından” kaydı eklenerek de kelâm/akâid tanımı haline getirilmiştir. Ebû Hanîfe’nin inançtan amel ve ahlâka kadar dinin bütün alanlarını kuşatan bir tarif yapması, kuşatıcı bir ilim tasavvurunun yansımasıdır. Nitekim o, dinin esasları ve gayeleri ile Allah-alem ve Allah-kullar arası ilişkilere dair belli bir perspektif elde edip temel kabullerini belirledikten sonra fürû fıkıhla ilgilenmiş; dar anlamda fıkhı bu genel çerçeve içine yerleştirmeye özen göstermiştir.

Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber’in vefatı sonrasında sahâbe ve tâbiîn devrinde yaşanan gelişmelerle önemli bir yekûne kavuşan ancak henüz disipline olmamış fıkhî çalışmalara yön vermiş ve bu çalışmaları belli bir muhtevaya kavuşturmuş kişidir. Onun bu katkısını belirtmek üzere “Ebû Hanîfe fıkhı tedvin eden ve bablara ayıran kişidir” ifadesi kullanılır. Tedvin, meselelerin belli bir ilim zihniyeti ışığında bir araya getirilmesi; bablara ayırmak ise bir araya getirilmiş meselelerin yine bu zihniyet ışığında sıraya konması, aralarındaki ilişkilerin tesis edilmesi anlamına gelmektedir. İşte Ebû Hanîfe, insanların dışa yansıyan davranışlarını yani bâtınî değil de zâhirî eylemlerini (efâl-i mükellefin) takip ederek bir çerçeve çizmiş ve bunun içinde kalanları fürû fıkhın konusu olarak görmüştür. Buna göre, insanların Allah’a karşı sorumluluk ve yükümlülükleriyle ilgili konulardan (ibadetler) diğer insanlarla girdiği ilişkilerden doğan haklar ve yükümlülüklerle ilgili konulara (muâmelât) kadar bütün zâhirî davranışları fıkıh içerisinde görülmüş ve hükme bağlanmıştır. Ebû Hanîfe, bu yaklaşım ışığında insan fiilleri bir tasnife tabi tutmuş ve fıkıh meselelerini bu tasnife göre ele almıştır.

Ebû Hanîfe, insanların zâhirî davranışlarıyla ilgili hükümleri Kur’ân ve sünnet başta olmak üzere belli birtakım kaynaklara dayalı olarak tespit etmiştir. Bu esnada, gerek naslar diye anılan Kur’ân ve sünnette yer alan hükümleri, gerekse onlara ilaveten delil değeri kabul edilen diğer kaynaklardan hareketle ulaşılan hükümleri belli ilke ve kurallar ışığında anlamaya gayret etmiştir. Farklı seviyelerde ve muhtelif kapsamlardaki bu kurallar, ilk Hanefî kaynaklarında “kıyas” olarak anılmaktadır. Onun kıyas üzerindeki vurgusu, Ehl-i hadis yaklaşımını benimsemiş çağdaşlarını oldukça rahatsız etmiş ve rivayetleri değerlendirmek üzere geliştirdiği kıstaslar kısmen yanlış anlaşılarak bazı hadislerle amel etmediği şeklinde kanaatlerin doğmasına sebebiyet vermiştir. Ancak bu gibi yanlış kanaatler sonraki Hanefî âlimlerin çalışmalarıyla kısmen izâle edilmiş ve diğer âlimler gibi Ebû Hanîfe’nin de Kur’ân ve sünnete bağlılık noktasındaki hassasiyeti gözler önüne serilmiştir.

Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhu’l-ekber diye ifade ettiği akâid/kelâm sahasındaki görüş ve yaklaşımları, Ehl-i Sünnet anlayışının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Dönemin önde gelen fırkaları karşısında ümmetin geneli tarafından benimsenmiş inanç esaslarını savunan Ebû Hanîfe’nin yaklaşımları, müfrit Ehl-i hadis mensupları bir kenara bırakılacak olursa sonraki dönem âlimlerinin genel kabulü ile karşılaşmıştır. Erken dönem Ehl-i rey çevrelerinde Mu’tezile’ye ve diğer fırkalara mensup şahsiyetlerin de yer alışı, Ebû Hanîfe ve öğrencileri hakkında bazı ithamlara sebep olmuşsa da zamanla bunlar unutulmuş ve Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnet’in ilk ve en büyük imamları arasında kabul edilmiştir.

Öne Çıkan Eserleri

  • el-Fıkhu’l-Ekber: Delhi 1289, Matbaatü’t-Tekaddüm Kahire 1323.

  • el-Fıkhu’l-Ebsat: nşr. M. Zâhid el-Kevserî, Kahire 1307, 1368.

  • el-Âlim ve’l-Müteallim: Haydarabad 1349, nşr. M. Zâhid el-Kevserî, Kahire 1368.

  • er-Risâle: nşr. M. Zâhid el-Kevserî, Kahire 1368.

  • el-Vasiyye: Kahire 1936.

  • el-Kasîdetü’n-Nu’mâniyye: İstanbul 1279, Kahire 1282.

  • el-Müsned: Hindistan 1300, İstanbul 1309.

Kaynak : İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu