Hayatı
648/1250 senesinde Bağdat’ın 100 km kadar güneyinde yer alan ve bugün Irak toprakları içinde bulunan Hille’de doğdu. İlim tahsiline babasının yanında başladı. Ondan Kütüb-i Sitte’nin önde gelen kitaplarından Muvatta’, Müsned, Sünen-i Ebî Dâvûd ve Sahîh-i Buhârî’yi ve Şîa’nın itibar ettiği hadîs kitapları olan Kütüb-i Erbaa’yı okudu. Dayısı Muhakkık el-Hillî’den fıkıh usûlü dersleri aldı. Muhtelif hocalardan fıkıh, felsefe, tasavvuf ve cedel ilimlerini okudu. Hillî hocalarına ve onlardan okumuş olduğu eserlere dair ayrıntılı bilgiyi kendi yazdığı er-Ricâl ve el-İcâzetü’l-kebîre isimli eserinde bizzat aktarmış bulunmaktadır. Hillî’nin hocaları arasında Nasîrüddin et-Tûsî’nin de önemli bir yeri vardır. Hillî kendisinden yaklaşık 50 yaş büyük olan Tûsî’nin, hayatının son demlerinde Bağdat’a gelişinden istifadeyle onun ders halkasına katılmış ve ondan İbn Sînâ’nın eş-Şifâ’sının ilâhiyat kısmını okumuştur. Daha sonra astronomi ilmine dair Tûsî’nin kendi eseri olan et-Tezkire’yi okumaya başlamışlarsa da hocasının 672/1274 senesinde vefat etmesi sebebiyle bu ders yarım kalmıştır.
Hillî, 705/1305 senesine kadar Bağdat’ta kalmış ve bu tarihte İlhanlıların kendilerine merkez ittihaz ettikleri Sultâniye’ye gitmiştir. İlhanlı Sultanı Olcaytu’nun başından geçen bir talâk meselesinde, Sünnî âlimlerce verilmemiş bir fetvayı vermek ve bu fetvasına ikna edici deliller sunmak suretiyle sultanın dikkatini çekmiştir. Daha sonra Sünnî âlimlerle yaptığı bazı münâzaralarda sultanın beğenisini kazanarak onun yanında büyük bir itibar sahibi olmuştur. (Ancak çağdaşı Kadı Beyzâvî ile yaptığı yazılı münâzaralarda Beyzâvî’nin ona üstün geldiği rivayet edilir.) Önceden Hıristiyan olduğu hâlde daha sonra Müslümanlığı seçerek Muhammed Hudâbende ismini alan Sultan Olcaytu, Hillî’nin etkisiyle İmâmiyye’ye meyletmiştir. Bu sebepten Olcaytu, bastırdığı sikkeler üzerine on iki imamın isimleriyle beraber “ʻAliyyün veliyyullah” ibaresini koydurmuş ve hutbelerde imamların isimlerinin zikredilmesini emretmiştir. Böylece İlhanlılarda kısa süreli bir Şiîlik hâkimiyeti meydana gelmiştir.
Hillî, sultanın 716/1316 senesinde vefatından sonra, kendi memleketi Hille’ye dönmüş ve hayatının geri kalanını orada geçirmiştir. Bu arada hac vazifesini îfâ etmek üzere Hicaz’a gidip gelmiştir. Hille’de öğrenci yetiştirme ve kitap telif etmekle meşgul olan Hillî, Ramazan 726/Aralık 1325’te vefat etmiştir. Vefatından sonra cenazesi Necef’e götürülerek Hz. Ali’nin türbesinin müştemilâtına defnedilmiştir. Kabri günümüzde hâlen mevcut olup, İmam Ali Türbesi’nin dâhilinde ahşap bir şebekeyle çevrili vaziyettedir.
Öğretisi
Hillî, Şîa anlayışında ilmî bakımdan en üstün kabul edilen kişiler için kullanılan “âyetullah” ünvanına sahip ilk kişidir.
Hillî, birçok ilim dalında eser verecek yetkinliğe sahip olan ve bu sebeple “allâme” lâkabıyla anılan bir âlim olmakla beraber, onun asıl yetkinliği fıkıh ve kelâmdadır. Sünnî ulemâdan istifade etmek suretiyle muâmelât konusunda Şîa fıkhına genişlik kazandırmış bir fakîhtir. Onun Şîa fıkhına yapmış olduğu en büyük katkı ise ictihad fikrinin sağlamlaştırılması suretiyle olmuştur. Şîa fıkhında ictihad fikrine karşı mevcut olan olumsuz bakış açısını değiştirmiş ve bu fikri re’y fikrinin önüne almıştır. Kıyası reddetmiş ve Şîa fıkhında önceden beri var olan aklî istinbatın esasen ictihad demek olduğunu iddia etmiştir. Hillî’den sonraki Şîa fakihlerinin, eserlerinde onun ictihad tanımını kullanmaya başlaması, onun bu meseledeki etkisinin bariz bir göstergesidir. On birinci imamdan sonraki büyük gaybet döneminde fakîhlerin imamın temsilcisi olduğunu iddia eden Hillî, böylece niyâbet müessesesinin esaslarını da tespit etmiştir.
Hadîs konusunda, hocası İbn Tâvûs’un yolunu takip eden Hillî, Kütüb-i Erbaa’daki bütün hadîsleri sorgulamaksızın sahîh olarak kabul eden Ahbârîleri eleştirmiştir. Hattâ Şiî hadis literatüründe yer alan haberlerin birçoğunun güvenilir olmadığını iddia etmiş ve bu hadîslerin sıhhatini tayin etmede akla müracaat edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. İmâmiyye bünyesinde hadis usûlünün vazedilmesi, hadis literatürünün araştırılarak terimlerinin ortaya konulmasını sağlamıştır. Sünnî muhaddislerin metotlarından istifadeyle İmâmiyye bünyesinde dirâyetü’l-hadîs ilmini kuran Hillî, bu suretle Şiî fıkhını da yeniden düzenlemiştir. Hillî’nin hadis anlayışının temelinde yatan tasnife göre hadisler sahih, hasen, müvessak ve zayıf diye dörde ayrılır. Senedindeki bütün râviler âdil İmâmî ise hadis sahih sayılır. Senedin tamamı İmâmî olmakla beraber bir kısmı adalet sahibi, bir kısmı da memdûh râvilerden müteşekkil ise hasen, âdil ve memdûh İmâmî râvilerin yanı sıra senedde İmâmî olmayan, ancak güvenilen râviler mevcutsa hadis müvessak kabul edilir. Zayıf ise isnadında zayıf veya meçhul râvilerin bulunduğu hadislerdir. Görüldüğü üzere Hillî’nin hadîs anlayışında İmâmî olmak yine de bir sıhhat unsuru olarak kabul edilmiş, fakat yanına Ahbâriyye’nin anlayışından farklı olarak âdil olma şartı da eklenmiştir.
Kısacası Hillî, İmâmiyye içinde Usûliyye ekolünün en önemli temsilcilerinden sayılır. İmamlardan gelen rivayetlere nakilci bir teslimiyetle yaklaşan ve hepsini tartışmasız sahih kabul edip yakîn ifade ettiğini iddia eden Ahbâriyye anlayışını hadîs, fıkıh ve kelâm alanlarında ciddi tenkitlere tâbi tutmuştur.
Hillî şeriatin Peygamberden sonraki koruyucusunun imam olduğunu iddia eder. Mehdî anlayışını savunan Hillî’ye göre bu dünya hayatında adalet ancak onun zuhûruyla mümkündür. Bu sebepten adalet arayışını öne sürerek mevcut siyasî otoriteye karşı isyan etmenin faydasız olduğunu söylemiştir.
Fıkıhçılığı
Fıkıhta “en büyük eseri Tezkira en küçük eseri Tebsıra’dır” şeklinde genel deyiş haline gelen Allâme el-Hillî’nin mutavvalât kabilinden öne çıkan üç fıkıh eseri vardır: Muhtelefü’ş-Şîa (Şiî âlimlerin mezhep için ihtilaflarını gerekçeleri ile birlikte ele alır), Tezkiretü’l-fukahâ (Sünnî âlimlerin ihtilaflarını gerekçeleri ile ele alır ve İmâmiye’nin görüşünün isabetine vurgu yapar) ve Müntehâ’l-matlab (tüm fıkıh mezheplerinin görüşünü ele alır, kendi mezhebine muhalif olan görüşleri belirtir). Mütevessetât boyutta olanlar için iki kitap zikredilebilir: Kavâidü’l-ahkâm ve Tahrîru’l-ahkâm. Muhtasar olanlara örnek kabilinden ise üç eser zikredilebilir. İrşâdü’l-ezhân, İzâhu’l-ahkâm, Tebsıra. Allâme, fıkıh usûlünde de aynı yöntemi takip ederek büyük, orta ve muhtasar olmak üzere 3 eser kaleme almıştır: Nihâye, Tehzîb ve Mebâdîü’l-usûl.
Allâme ilk defa, Şiî ulemâ arasındaki fıkhî ihtilafları içeren bir eser yazmıştır. Bu önemlidir, çünkü ondan önce yazılan fıkıh eserlerinde Şiî âlimler arasındaki ihtilaflara yer verilmemiş, sadece o konuda genel kabul gören görüşlerin gerekçelerine inilmiştir.
Kıyas: Allâme usûle dair yazmış olduğu Mebâdiü’l-usûl isimli eserinde kıyas konusunu etraflıca ele alır, onun hüccet olmadığını belirtir. Ancak kıyas-ı evlâ (öf bile deme ayeti) uygulamasını “mefhum” babından; illeti nasla belirlenmiş olan “mensus illet”li kıyasları ise nas babından sayar ve illetin meskûtu anhe tadiye edebileceğini kıyas ifadesi kullanmaksızın kabul eder. Böylece o hem mezhebî hassasiyetleri gözetmekte hem de kıyas uygulamasına farklı kavramlarla kapı açmaktadır.
İctihad: Allâme, hocası Muhakkık’in kıyas ve istihsânı dışta tutmak şartı ile ictihada açmış olduğu kapıyı Mebâdiü’l-usûlü’nde açık tutmuş, Hz. Peygamber’in dolayısıyla da imamların ictihad edemeyeceğini vurgulamıştır. Çünkü ictihad faaliyetinin özü itibariyle hata barındırdığını, oysa nebi ve imamların masum olduğunu ifade ederek, “ulemâya gelince nasların umumlarından ve teâruzu’l-edillenin çözümü bağlamında onlar için ictihad caizdir” sonucuna varmıştır.
Epistemolojisi: Allâme usûluddin, usûl-i fıkh ve füru fıkh alanındaki çabaları ile dikkat çekmekte ve çalışmalarını bu alanlara teksif etmektedir. İmamet teorisini genele taşımak için Minhâcül’l-kerâme’sini; Şiî tebaanın inanç esaslarını yerleştirmek için ise Nehcül’l-Hak isimli eserini kaleme almıştır. Allâme Hillî’ye göre “mahsûsât aslü’l-i’tikâdât”tır, yani inanç esaslarının anlaşılmasında duyu organları temel bir işlev görmektedir. Çünkü idrak bunlarla elde edilir. Zarûriyata ilişkin bilgiler de ancak “asıl” olan bu mahsûsat yoluyla elde edilen bilgilerden sonra temellendirilebilir. Allâme Hillî’ye göre Eş’arî’lerin etkisinde kalan Sünnî mezheplerin -Mâverâunnehir fakihlerinden çok azı hariç- mahsüsâtla bilgi elde edilebileceğini inkar ederek, mahsusatın bir alt kolu olan ma’kûlata ilişkin tüm bilgileri, hatta kesbî bilgileri dahi inkar etmek zorunda kalmışlardır. Bu durum onları Sofistler’in yoluna götürmüştür. Yani bir nesnenin görülmesi için selim azalar, mekânda yer tutması, özne ile karşılık gibi 8 adet şartın gerçekleşmesi durumunda görme olayının gerçekleşmesi gayet tabiidir. Oysa Eş’arîler bu şartları taşısa da nesnenin görülmeyeceğini söyleyerek sofistçe davranmışlardır. Hatta onlar görme için şartların oluşmaması durumunda da görülmenin gerçekleşebileceğini iddia ederek ortalama akıl sahiplerinin dediğinin tersini söylemişlerdir. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere Allâme tıpkı Mu’tezilî kelâmcılar gibi tabiattaki determinizmi kabul etmekte ve olaya rasyonalist yaklaşmaktadır (Allâme Hillî, Nehcü’l-Hak ve keşfü’s-sıdk, s. 40 vd).
Diğer yandan Allâme Hillî’nin epistemolojisinde aklî ve naklî tüm ilimlerin kitap, sünnet ve imamlardan geldiğine dair aklî deliller vardır. İmamlar aynen peygamberler gibi bilginin kaynağıdırlar ve bu bakımdan yine peygamberler gibi masum ve nasla tayin edilmiş olmalıdırlar. Böyle bir tayın aynı zamanda lütuf teorisinin de bir gereğidir. Ayrıca imamın olmaması mefsedet olacağı için Allah üzerine imam naspetmek vaciptir (Allâme Hillî, Nehcü’l-Hak ve keşfü’s-sıdk, s. 174 vd; Minhâcü’l-kerâme, s. 115)
Metodolojisi: Muhakkık Hillî’nin metodolojisine bakıldığında Sünnî metodoloji ile -az bir farkla olsa da- benzerlik arz etmektedir. Yakın coğrafyalarda yaşayan aynı dinin mensuplarının karşılaşacağı soru(n)lar benzer olacağına göre bu soru(n)lara verilecek cevaplar ve cevapların yönteminin benzer ya da yakın olması gayet tabiidir. Dolayısıyla kitap, sünnet, icmaı temel almakta, ancak imamet teorisi gereği sünnet kapsamına imamlardan gelen ahbârı da yerleştirmektedir. Bununla birlikte imamlardan nakledilen haberler için belli kriterler ileri sürdüğü de görülür. Allâme, bilgi konusunda sahih nazarın ilim ifade edeceğini, zarurî bilgilerde şüphe edilmeyeceğini, asıl bilginin iki mukaddimeden sonra kesin neticeye ulaşılacağını ifade eder.
Kelâmcılığı
Allâme Hillî kelâma dair eserlerinde müstakil bir Şiî kelâmı olduğunu ihsas ettirecek şekilde, “İmamiye şöyle dedi Mu’tezile şöyle dedi” şeklinde ifadeler kullanarak bir ayrım çizmektedir. Yöntem ve konular arasında müşterek görüşler olsa da imamet gibi dinin asıllarından sayılan bir teoriye sahip olan Allâme’nin Mu’tezile ile aynileşmesi mümkün görünmemektedir. Bu arada Sünnî eleştirisini de Eş’arî’nin görüşleri üzerinden sürdürmektedir.
Ruyetüllah: Allâme, Allah’ın çıplak gözle görülmesi konusunda Mu’tezilî bir tavır takınarak bu görme eyleminin muhal olduğunu ifade etmektedir. Çünkü aklın çıkarmış olduğu tabii sonuca göre cisim olanlar görülür. Böyle bir görme eyleminin olmayacağını açıkça beyan eden kitabın metnini anlamayan ve akli zaruretleri inkâr eden Eş’arîler nazari olarak ispatı hayli hayli inkar edebilirler (Allâme el-Hillî, Nehcü’l-Hakk ve keşfü’s-sıdk, s. 46 vd).
Kulların Fiileri: Allâme, teklif konusunda Mu’tezile ile aynı yöntemi takip ederek “Allah’ın adil olduğundan” yola çıkar. Adil olan yaratıcı hikmete, aslah olana ve maslahat içerene aykırı bir iş yapmayacağını, tekliflerde söz konusu olan hüsün ve kubuhun akıl yoluyla bilenebileceğini, teklifi mâ lâ yutâkın caiz olmadığını ifade eder. Bu temellendirmelerden hareketle “İnnâ fâilûn” yani fiillerimizi yaratan biziz, der. Çünkü her akıllı kişi, kendi seçimine dahil olan fiil ile seçimine dahil olmayan fiil arasındaki farkı bilir. Ve bu konuda Mu’tezile ile aynı görüşte olduklarını ifade eder (Allâme el-Hillî, Nehcü’l-Hakk ve keşfü’s-sıdk, s. 72 vd).
Marifetullah: Akıl yollu nazar vacip olduğuna göre marifetullah da aklen vacip olacaktır. Çünkü nimet verene şükretmenin gerekli olduğunu akıl, iki kere iki dört eder gibi “zaruri bir bilgi” olarak kabul etmektedir. Nimet verene şükretme görevini kavramak ancak marifetullahı elde etmekle mümkün olacak, marifet ise akılla elde edilecektir. (Allâme el-Hillî, Nehcü’l-Hak ve keşfü’s-sıdk, s. 50 vd).
Hadisçiliği
Çok yönlü bir âlim olarak Allâme ilk defa hadis ilminde hadisleri Sünni taksime benzer bir şekilde sahih, hasen, müvessak, zayıf ve mürsel şeklinde kısımlara ayırmıştır. Böylece O, hadislerin değerlendirilmesi konusunda metin tenkidi konusunda “akıl”ı temel almıştır. Neticede gerek hadis gerek fıkıh usûlü alanlarında Sünnî karakterlerin taşıması mezhep içerisinde genel kabul görmeye ve usûle dair meseleler anonimleşmeye başlamıştır.
Hüsün Kubuh: İyilik ve kötülüğün temellendirilmesi bağlamında iki kavram olan hüsün ve kubuh Allâme’ye göre zarurî, nazarî ve sem’î olabilir. Nitekim mükellef, (i) doğruluğun faydalı olduğunu matematiksel kesinlik gibi zarurî olarak, (ii) doğruluğun zararlı olacağını zihinsel çaba sonucunda nazarî olarak, (iii) Ramazan’da oruç tutmanın faydalı ve bayramda oruç tutmanın zararlı olacağını sem’î yolla bilir. Allâme’nin teorisine göre hüsün ve kubhun salt şer’î olduğunu iddia etmek ahkâmın iptaline şeriatın butlanına sebep olacaktır. Burada görüldüğü gibi o, hüsün ve kubha Mu’tezilî bir karakterle yaklaşmış, fakat Mâturudîler gibi nassa da kapı açarak bir denge kurmayı amaçlamıştır (Allâme el-Hillî, Mebâdi, s. 86 vd).
Sonradan ortaya çıkan Ahbârî reaksiyon: İmamlardan müşafehe yoluyla alınan ilim gaybetle inkıtaa uğrayınca Şiî âlimler Sünnî tecrübelerden de yararlanarak fıkıh ve hadis usûlünü, Mu’tezilî tecrübeden yararlanmak suretiyle ise kelâm ilmini kendi mezhebî muhayyile ve inançlarına göre tesis etmek durumunda kalmışlardır. Bu anlamda gerek usûlüddin gerek usûl-i fıkh ve gerekse fürû fıkıh içerisinde kapsam ve metodoloji olarak “öteki”nden izler taşımaya başlamış olmaktadırlar. Ancak usûlünün Sünnî ve Mu’tezilî karakter taşıması Ahbârîleri rahatsız etmiş, özellikle Allâme Hillî hedef tahtasına konulmuştur. Hatta Ahbârîlere göre “Din iki defa yıkıma uğramıştır: Birincisi Allâme’nin doğduğu gün, ikincisi Allâme’nin ahbâra ilişkin yeni usûlî kavramlar icat etmesiyle”.
Bu çatışma bağlamında Ahbârî tarafın lideri olan Muhammed Emin el-Esterebâdî el-Fevâidü’l-Medeniyye’sinde tüm Sünnî bidatlerin mezhepte icat edicisi ve taşıyıcısı olarak “Allâme ve onun yolundan gidenleri” göstermektedir. Bu anlamda Allâme âmme âlimlerinden Fahreddîn Râzî gibi çalakalem metinler yazmıştır. O ve taraftarları kudemânın yolundan hem kendileri uzaklaşmışlar hem de tebaayı uzaklaştırmışlardır (Esterebâdî, el-Fevâidü’l-Medeniyye, s. 30, 38, 106).
Öne Çıkan Eserleri
-
Menâhicü’l-Yakîn fî Usûli’d-dîn: nşr. Yakub el-Cafer, Kum 1415; nşr. M. Rıza el-Ensârî, Kum 1416.
-
Nehcü’l-Müsterşidîn fî Usûli’d-dîn: nşr. S. Ahmed el-Hüseynî ve Hâdî el-Yûsufî, Kum 1976.
-
el-Ebhâsü’l-Müfîde fî Tahsîli’l-ʻakîde: Kum 1371.
-
Keşfü’l-Fevâʻid fî Şerhi Kavâʻidi’l-ʻAkâid.
-
İstiksâü’l-Bahs ve’n-Nazar.
-
Minhâcü’l-Kerâme: nşr. M. Reşâd Sâlim, Kahire 1989.
-
Keşfü’l-Murâd fî Şerhi Tecrîdi’l-İʻtikâd: nşr. Hasanzâde el-Âmülî, Kum 1407; nşr. S. İbrâhim ez-Zencânî, Kum 1413.
-
Îzâhu’l-Makâsıd (Şerhu Hikmeti’l-ʻAyn): nşr. A. Münzevî, Tahran 1959.
-
Tebsıratü’l-Müteʻallimîn fî Ahkâmi’d-dîn: M. Hâdî el-Yûsufî, Tahran 1372; nşr. Ahmed el-Hüseynî, Beyrut 1404.
-
İrşâdü’l-Ezhân: Fâris el-Hassûn, Kum 1410.
-
Kavâʻidü’l-Ahkâm fî Maʻrifeti (Mesâili)’l-Helâl ve’l-Harâm: Kum 1984.
-
Nehcü’l-hak ve keşfü’s-sıdk: nşr. Ferecüllah el-Hüseynî, Beyrut 1982.
-
Tehzîbü Tarîki’l-Vüsûl ilâ ʻİlmi’l-Usûl: Tahran 1308.
-
Mebâdiü’l-Vüsûl ilâ ʻİlmi’l-Usûl: Tahran 1310; Mektebetü’l-İʻlâmi’l-İslâmî, Kum, ts.
-
Keşfü’l-Yakîn fî Fezâʻili Emîri’l-Mü’minîn: nşr. Hüseyin ed-Dergâh, Tahran 1412; nşr. Ali Âl-i Kevser, Kum 1413.
-
er-Ricâl (Ricâlü’l-ʻAllâme el-Hillî, Hulâsatü’l-Aķvâl fî Maʻrifeti’r-Ricâl): nşr. Muhammed Sâdik Âl-i Bahrülulûm, Necef 1381.
-
el-Cevherü’n-Nadîd fî Şerhi Mantıkı’t-Tecrîd: Muhsin Bidârfer İntişârât-ı Bîdâr, Kum 1430.
-
el-Kavâʻidü’l-Celiyye Şerhu’r-Risâleti’ş-Şemsiyye: Fârs el-Hassûn, Kum 1412.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu