Hayatı
Hayatı ve ilmî irtibatları konusunda sınırlı bilgiye sahip olduğumuz Kutbüddîn Abdulkerîm bin İbrâhîm bin Abdulkerîm el-Cîlî’nin, 767/1365 yılında dünyaya geldiği söylenir. İran’ın Cîlan kasabasında doğduğu söylense de Bağdat yakınlarındaki Cîl kasabasında dünyaya geldiği ve İran’da büyüdüğüne dair rivayetler daha kuvvetlidir. Katip Çelebi’nin kaydettiğine göre Kâdiriyye tarikatinin kurucusu Abdulkâdir-i Geylânî’nin (1077-1166) torununun oğludur. İran’ın Cîlan kasabasına nispet edilmesi de kuvvetle muhtemel bu bağdan ileri gelir. Yine kesin olmamakla birlikte 832/1428 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir.
Kaynaklar, Abdulkerîm el-Cîlî’nin uzun süre aynı yerde yerleşik kalamadığını belirtir. Kendi eserine düştüğü notlardan öğrenildiğine göre Hindistan’a seyahat etmiştir. Gittiği bölgenin, Hindistan’ın Kerala eyaletine bağlı Koçi şehri olduğu söylenir. Bu şehrin Umman denizi kıyısı olan bir liman kenti olması, bu ihtimali güçlendirmektedir. Hindistan seyahatinin, özellikle Doğu Hindistan bölgesinin Kâdirîlikle tanışmasında etkili olduğu ifade edilir. Sonraki dönemde bir süre Yemen’in Zebîd şehrinde yaşar. Bu dönem, Yemen’de Rasûlîlerin [Benû Rasûl (1229-1454)] hüküm sürdüğü vakitlere rast gelir. Çoğu, aynı zamanda âlim olan Rasûlî sultanlarının, toplumda rağbet gören âlim ve sûfîleri himaye ettikleri söylenir. Abdulkerîm el-Cîlî’nin Zebîd’e gelmesinde de, bölgenin ilmî açıdan zengin ve konforlu olmasının etkili olduğu düşünülebilir. Sanʿâʾ, Mısır, Mekke, Medine, Gazze gibi şehirlere gittiği kaynaklarda ifade edilir. Fakat seyahatlerinden hakkında en çok ayrıntı bilinen dönem, Zebîd’te yaşadığı dönemdir.
Abdulkerîm el-Cîlî, el-Kehf ve’r-rakîm olarak bilinen eserinde Zebîd’e geldiğini, burada Kâdirî Şeyhi Şerefüddîn İsmâʿil bin İbrâhîm el-Cebertî’nin (ö. 806/1403-04) müridi olduğunu ve bazı arkadaşları ile birlikte burada yaşadığını belirtir. Bahsettiği arkadaşlarının dönemin Zebîd müftüsü İbnu’l-Ahdal (ö. 815/1412), bölge kadısı Ahmed bin er-Raddâd (ö. 821/1417-18) ve el-Mizcâcî (829/1425) olabileceği, kaynaklarda geçen bilgiler arasındadır. Kendi ifadesine göre el-Kemâlâtu’l-İlâhîyye fî’s-sıfâti’l-Muhammedîyye isimli eserini de 805/1402-03 yılında Zebîd’te tamamlamıştır.
Abdulkerîm el-Cîlî’nin bizzat kendisi, el-Cebertî’den “şeyhim” diye söz eder. Onun dışında kendisinin hocası olduğunu beyan ettiği başka kimse yoktur. Kaynaklar el-Cebertî’nin İbn Arabî düşüncesini benimsediğini, bunun yanında bu düşüncenin Yemen’de yayılmasında etkin rol oynadığını kaydeder. Dolayısıyla Abdulkerîm el-Cîlî’nin İbn Arabî’nin önde gelen şârihlerinden olmasını ve onun vahdet-i vücûd öğretisine yeni açılımlar getirmesini, hocasının bu bağlantısı ile birlikte düşünmek makul olacaktır. Kaynaklara göre el-Cebertî’nin halkasında, İbn Arabî’nin Fusûsu’l-hikem ve Futûhâtu’l-Mekkiyye’sinin yanında; Kuşeyrî’nin Risaleleri ve Suhreverdî’nin Avârifu’l-Maârif’i de okunmaktadır. Dolayısıyla Abdulkerîm el-Cîlî’nin düşüncesini etkileyen sûfîlere, İbn Arabî’nin yanında, Kuşeyrî ve Suhreverdî de dahil edilebilir.
Abdulkerîm el-Cîlî, el-Cebertî’nin yanında, el-Menâzıru’l-ilâhiyye isimli eserinde “gördüm” diye söz ettiği bir âlim daha vardır; ki bu kişi Cemâlu’d-Dîn Muhammed bin İsmâʿîl bin al-Makdeş (ö. 778/1376-77)’tir. Kendisiyle teşriki mesai yapıp yapmadığı bilinmemekle birlikte, en azından iletişimde olduğu söylenebilir. Bunlara ilaveten, Abdulkerîm el-Cîlî’nin, eserlerinde “Allah dostlarından bir zat” diyerek söz ettiği hocaları vardır. Fakat künyelerine yer vermediği için kimleri kastettiği bilinmemektedir.
İbn Arabî’nin önde gelen şârihlerinden olan Abdulkerîm el-Cîlî’nin günümüze 30 kadar eseri ulaşmıştır. Bunlardan kendisinin başyapıtı olarak değerlendirebileceğimiz eseri, İnsân-ı Kâmil olarak bilinen el-İnsânu’l-kâmil fî maʻrifeti’l-evâḫir ve’l-evâʾil’dir. es-Seyyid Alâaddîn el-Medenî el-Kuşâşî (ö. 1071/1661), bu eser üzerine hâşiye yazmış ve İbn Arabî’nin Abdulkerîm el-Cîlî tarafından formule edilen yorumunu, Sumatra ve Cava gibi farklı İslam coğrafyalarına taşımıştır. Benzer şekilde Abdülganî bin İsmâîl el-Nâblusî (ö. 1143/1731) de onun düşüncesinden etkilenmiş, İnsân-ı Kâmil’in son babına şerh yazmıştır.
Öğrenci yetiştirip yetiştirmediği bilinmeyen Abdulkerîm el-Cîlî’nin fikirleri, İslam coğrafyasının farklı bölgelerindeki ilim erbabını etkilemiş; eserleri, özellikle Doğu Hindistan’da rağbet görmüş ve bu bölgedeki dinî inanç ve düşüncenin inşasında önemli rol oynamıştır.
Öğretisi
Eserlerinin çoğunda İbn Arabî’nin fikirlerini işleyen Abdulkerîm el-Cîlî, bazı meselelerde ona muhâlif olmakla birlikte, onun insân-ı kâmil, vahdetü’l-vücûd, el-hadarâtu’l-hams gibi temel öğretilerini geliştirmiş, özellikle tecellî meselesine açılım getirmiştir. Ancak bazı araştırmacılar, kendisinin terminoloji açısından zayıf ve yer yer şiirle süslü edebî uslûba çalan bir dilinin olduğunu ifade ederler. Abdulkerîm el-Cîlî’nin şairliği de, onun İbn Arabî ile olan ortak yönlerindendir.
Ebu’l-Alâ Afîfî, İbn Arabî’nin şârihlerini ikiye ayırır. İlk gruptakiler Konevî, Kâşânî, Dâvûd el-Kayserî gibi Fusûs şârihleridir. Bu gruptaki mutasavvıflar, İbn Arabî’nin daha kolay anlaşılmasını sağlayarak, fikirlerinin yayılmasına katkıda bulunmuşlar; fakat şerh alanından özgün te’lif aşamasına geçememişlerdir. İkinci gruptakiler ise daha ziyade İbn Arabî’nin vahdetü’l-vücûd nazariyesi üzerinden yeni ufuklar açan mutasavvıflardır. Ebu’l-Alâ Afîfî, bunların başında Abdulkerîm el-Cîlî’yi sayar ve bu bağlamda onun kendine özgü bir İbn Arabî takipçisi olduğunu söyler.
Abdulkerîm el-Cîlî, ayetleri te’vîl ederek, kavramların içeriklerini zenginleştirir. Fakat burada dikkat çekilmesi gereken, onun bu yorumlarının, dinî kavramların anlam zenginliğini sağlamaktan öteye gitmemiş olmasıdır. Dolayısıyla Abdulkerîm el-Cîlî’nin düşüncesini, Sünnî çerçeve içerisinde değerlendirmek gerekir.
İnsân-ı Kâmil Düşüncesi
Abdulkerîm el-Cîlî, insân-ı kâmil fikrini ve bu fikre dair açıklamalarını büyük ölçüde İbn Arabî’den tevarüs eder. Ona göre ruhlar, insân-ı kâmilde tecellî eden ilahî sıfatlardan “nüsha”dır. Bunu ifade ederken nushatu’l-Hakk terkibini kullanan Abdulkerîm el-Cîlî’ye göre bu nüshalar asl’a yani Allah’a nisbet ve bağlılıkları ölçüsünce kâmil insan olurlar. O, Allah’ın sıfatlarını dörde ayırır: Zâtî sıfatlar, cemal, celal ve kemâl. İşte insân-ı kâmil dediği kişi, bu dört sıfatı kendisinde toplayarak, onları görünür kılandır. Zira bu makamda iken o nushatu’l-Hakk; Allah’ın bir kopyası olur.
Abdulkerîm el-Cîlî’ye göre insân-ı kâmil, Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan bir ayna gibidir. Bu isim ve sıfatlar, insân-ı kâmilde tecellî edip doruk noktasına ulaştığında, insan ile alem arasında yakınlık meydana getirir. Burada insân-ı kâmil, akıl, ruh, nefs ve kalp yetilerinin harmonisi ve birliği yoluyla kemâlâta erişir. Bu sürecin her bir aşamasında, manevî bir arınma söz konusudur. Bunu mümkün kılan, Hz. Peygamber ve ondan sonra gelen tasavvuf ehlinin yolunu takip etmektir. Abdulkerîm el-Cîlî’ye göre insân-ı kâmil, Hz. Peygamber’den başkası değildir. İnsanların çok azı bu mertebeyi elde edebilecek olsa da herkes bu yolun talibi olabilir.
Abdulkerîm el-Cîlî, 796/1393 yılında Zebîd’te iken, Hz. Peygamber’in el-Cebertî’nin suretinde kendisine göründüğünü söyler. İfadesine göre Hz. Peygamber, her çağda, o dönemde yaşayan bir velinin suretiyle yeryüzünde olur. Fakat onun bu düşüncesi, tenâsüh ya da reenkarnasyon şeklinde anlaşılmamalıdır. Burada onun kastettiği, Muhammedî hakikatin, her çağda yeniden ortaya çıkmasıdır; sırdır.
Allah-İnsân-Âlem İlişkisi ve Tecellî
Abdulkerîm el-Cîlî düşüncesinde tecellî, merkezi bir konuma sahiptir ve insân-ı kâmil öğretisi ile ilişkilidir. Abdulkerîm el-Cîlî, Allah ile âlem arasındaki ilişkiyi, O’nun yaratıkları üzerinde kendisini görünür kılması öğretisi ile açıklar. Allah’ın isim ve sıfatları sonsuz olmakla birlikte bunlardan doksan dokuzu tanımlanabilirdir ve bunlardan her birinin husûsî bir anlam ve işlevi vardır. İşte Allah, bu isim ve sıfatları ile kendisini aşikar eder. Bu, aynı zamanda tüm mahlûkâtın kesret içindeki vahdetini; yani çokluk içindeki birliğini temsil eder. Zira tüm mahlûkât, zâhirdeki farklılık ve çeşitliliğinin aksine aslında birdir. Dolayısıyla Allah-âlem ilişkisi bağlamında, bütün âlemin Allah’ın tecellîsi olması nedeniyle Allah’tan başka varlık yoktur. Âlemde görünen kesret, bir olan Allah’ın farklı isim ve sıfatlarının görünümünden ibarettir. Bu şekilde yalnızca bir zâta dayanması sebebiyle Abdulkerîm el-Cîlî’nin sisteminin monist olduğu söylenir.
Abdulkerîm el-Cîlî, Allah-insan arasındaki ilişkiyi açıklarken de aynı metafizik sistemi kullanır. Buna göre Allah’ın isim ve sıfatları, âlem gibi, insanda da tecellî eder. Ancak insan, tüm mahlûkât içinde özel bir konuma sahiptir. Çünkü o, Allah’ın yaratıcı güçlerinin tamamının tecellîgâhı olmaya kabiliyetlidir. Akıl, nefs, ruh ve kalbi ile insan, Allah’ın sonsuz merhamet ve güzelliğini aşikar eder. Bu bağlamda insan mikro-kozmostur. Çünkü o, alemdeki tüm aslî ve hususî özellikleri teşmil eder.
İnanç-İbadet Meselesi
Abdulkerîm el-Cîlî, inanç ve ibadet kavramlarına farklı bir yorum getirir. Bu düşünceye göre bütün mahlûkât, Allah’a ibadet etmek için yaratılmış olmaları hasebiyle, farklı din ve inançlara sahip olsalar bile, gerçekte Allah’a ibadet etmektedirler. Bu noktada insanları farklılaştıran, ibadetlerinin zuhûrunda hakikate olan yakınlık yahut uzaklıklarıdır. Şöyle ki, Peygamberler aracılığı ile vahyedilen dinler, hakîkâti tam olarak ihtiva ederken; insanların oluşturduğu inançlar, hakîkâtin kendisini değil, sınırlı mazharlardaki zuhûrunu temsil eder. Dolayısıyla inanç formlarını kendileri ihdas edenler, peygamberler tarafından sunulan daha mükemmel forma inanmayıp, kendi icat ettikleri forma inandıkları için cehennemde cezaya maruz kalacaklardır.
Varlık Düşüncesi ve Metafiziği
Abdulkerîm el-Cîlî’nin metafizik düşüncesi, büyük ölçüde vahdetu’l-vucût geleneğinin temel tezlerini yansıtır. Ona göre üç ontolojik mertebe söz konusudur: Zât, Allah, âlem veya halk.
Zât, olması bakımından hiçbir kavram ile tanımlanamayan, her şeyin kendisine dayandığı ve kendisiyle tanımlandığı bir kavram olması itibariyle bütün kavramların en küllîsidir. Bu nedenle o, bilginin objesi olmaktan uzaktır. Çünkü herhangi bir şey, benzeri yahut zıddı ile bilinebilir. Halbuki Abdulkerîm el-Cîlî’nin ifadesiyle “varlıkta zâtın ne benzeri, ne de zıddı vardır.” Ona göre, bütün tecellîlerin üzerinde olan zât, kendisinde potansiyel olarak bulunan yetkinlikleri –ki, bunlar isim ve sıfatlardır- bi’l-fiil ortaya çıkarmayı ve bu suretle bilinmeyi dilediği için tecellî etmiştir. Zât, tecellî vasıtasıyla idrâkin objesi haline gelir. Şu halde ilâhî zât, “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve bu nedenle halkı yarattım.” kudsî hadisinde de işaret edildiği gibi, bilinmek için tecellî etmiş ve âlemi yaratmıştır.
Allah: Abdulkerîm el-Cîlî, bütün belirlenimlerin ötesinde olduğu halde, isim ve sıfatlarıyla tecellî ederek bilginin objesi haline gelen zata Allah, O’nun mertebesine de ulûhiyet ismini verir. Buna göre ulûhiyet, sonsuz sayıdaki isim ve sıfatların zuhûr ettiği mertebenin adıdır. Allah, zâta nisbetleri bakımından birbiri ile aynı olan, fakat her biri kendine özgü niteliklere sahip olmaları itibariyle birbirinden farklı olan sonsuz sayıdaki isim ve sıfatların ortak adıdır.
Âlem veya halk: İlahî isim ve sıfatlar -zorunlu olarak- kendilerine konu olan varlığı, yani âlemi gerektirir. Zira objesi olmaksızın isim ve sıfatların varlığını düşünmek mümkün olmaz. Söz gelimi, Allah’ın rızık sıfatına konu olan “merzûk” söz konusu olmadan Allah’a Râzık denmesinin hiçbir anlamı olmaz. Zira böyle olmuş olsa, isim ve sıfatlar muattal olur. Şu halde isim ve sıfatlar olmasa, âlem zuhûr etmemiş olur; eğer âlem olmasa, isim ve sıfatlar bilinemez. İsim ve sıfatlar, bütün âlemde görünür olduğu gibi, âlem de isim ve sıfatların tecelligâhıdır. Dolayısıyla isim ve sıfatlar ile âlem arasında zorunlu bir ilişki vardır. İsim ve sıfatların aşikar olduğu ulûhiyette, hem Hakk’a, hem de yaratılmışlara ait hakîkatler bulunur. Bu sebeple ulûhiyet, gerek isim ve sıfatların, gerekse onların eserlerinin, yani âlemin tamamının birlikte bulunduğu mertebedir. Buna göre Allah, Hakk ve yaratılmışların hakîkatlerinin ortak ismidir. Abdulkerîm el-Cîlî, bu yaklaşımdan hareket ederek Allah ile âlemin ayniyeti sonucuna ulaşır.
Yukarıda söz konusu edilen ontolojik mertebelerden hareketle Allah ile âlem arasındaki ilişki, Abdulkerîm el-Cîlî’nin tecellî öğretisi ile birlikte şu şekilde açıklanır: Allah, isim ve sıfatlarının eseri olması itibariyle âlemin bütün parçalarında tecellî etmiştir. Âlemdeki hiçbir varlık, Allah’tan bağımsız bir varlık olarak düşünülemez. Çünkü her bir varlık, Allah’ın farklı mertebedeki tecellîsinden ibarettir. Bu minvalde Abdulkerîm el-Cîlî, Allah ile âlemin ilişkisini anlatırken su ile kar analojisinden yararlanır: “Su ve karı düşünelim: Kar, suyun farklı bir yönüdür; su ise karın aslı ve özüdür. Kar ismi suyun değişmiş halinin geçici bir ismidir. Zira gerçekte kar, sudur. Nitekim kar eridiğinde, su olacaktır.” Bu analojide Hakk suya, halk ise kara karşılık gelmektedir. Abdulkerîm el-Cîlî’ye göre Allah yani Hakk, âlemin bütün ferd ve parçalarında isim ve sıfatları ile zuhûr eder.
Öne Çıkan Eserleri
-
el-İnsânu’l-kâmil fî maʻrifeti’l-evâhir ve’l-evâil: thk. Ebû ʻAbdurrahmân Salâh bin Muhammed bin ʻUveyda, Dâru’l-Kutubu’l-ʻİlmîyye, Beyrut 1997; çev. Abdülaziz Mecdi Torun, İz Yayıncılık, İstanbul 2002; The Perfect Man, çev. Reynold Alleyne Nicholson, Cambridge 1921; L’homme Universel, çev. Titus Burckhard, Paris 1975.
-
Şerhu muşkilâti’l-Futûhâti’l-Mekkiyye li-İbnu’l-‘Arabî: thk. Yusuf Zîdân, Dâr Suʻâdu’s-Sabâh, Kuveyt 1992; Fütûhât-ı Mekkiyye Şerhi, çev. Ali Akay, İlk Harf Yayınevi, İstanbul 2016.
-
Kasîdetu’l-nâdirâtu’l-ʿayniyye: thk. Yusuf Zîdân, Dâru’l-Cîl, Beyrut 1988.
-
el-Menâzıru’l-ilâhiyye: thk. Necâh Mahmud el-Guneymî, Dâru’l-Menâr, Mısır 1987; Âriflerin Mertebeleri, Nefes Yayınları, İstanbul 2014.
-
el-Kemâlâtu’l-İlâhîyye fî’s-sıfâti’l-Muhammadîyye: thk. Saîd Abdulfettâh, Mektebetu Âlemu’l-Fikr, Kahire 1997; Hakîkat-i Muhammediyye, çev. Muhammed Bedirhan, Nefes Yayınevi, İstanbul 2010; Muhammedî Sıfatlarda İlâhi Kemâller, çev. M. Cevher Caduk, İlk Harf Yayınevi, İstanbul 2011.
-
Nesîmu’s-seher fî baʻd sıfât hayri’l-beşer: thk. Kâsım el-Tıhrânî, Dâr ve Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut 2009.
-
Kâbe Kavseyn ve multeka’n-nâmûseyn fî maʻrifeti Seyyid el-Kevneyn sallallâh ʻaleyhi vesellem: thk. Ahmed Ferîd el-Mezîdî, Dâru’l-Âfâki’l-ʻArabîyye, Kahire 2007.
-
el-Kehf ve’r-rakîm fî şerhi bismillâhirrahmânirrahîm: Dâr ve Mektebetu’l-Hilâl, Beyrut 2008; Besmelenin Şerhi, Kitsan Basım Yayın, İstanbul 1996.
-
Merâtibu’l-Vucûd ve hakkîkkatu kull mevcûd: Bidâyât, Ceble 2007; Varlık Mertebeleri, çev. Abdülaziz Mecdi Tolun, Furkan Yayınları, İstanbul 2006.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu