GÜNDEM

Bizim dostumuzu-düşmanımızı kim belirliyor?

Afyon Kocatepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Mücahit Gültekin, "Bizim dostumuzu-düşmanımızı kim belirliyor?" temalı bir mesaj yayınladı.

Abone Ol

Afyon Kocatepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Mücahit Gültekin sosyal medya hesabı üzerinden yayınladığı mesajında "İran'a düşmanlık" meselesinin arka planını anlattı. 

Gültekin paylaşımında şunları dile getirdi:

Dindar kesimin içinden bazı öncü kişiler hemen her gün benzer senaryoları anlatıp duruyorlar. Her biri İran’a düşmanlık üretmenin bir ucundan tutmuş gidiyor. 

Peki neden? Niye bu husumet?

Kimine göre İran tarihi düşmanımız, kimine göre onlar Şii biz Sünni, kimine göre hiç “küffarla” savaşmamışlar, kimine göre de İsrail’in arka bahçesi. Bugün okuduğum biri de diyor ki, ne zaman Gazze’de ateşkes olacak olsa İran, Yemen vs. ortalığı alevlendirip buna izin vermiyormuş.

Tabii ki asıl sebep bunlar değil. Peşlerinden sürükledikleri kişiler bilmese de onlar bilmiyor olamaz.

Çünkü “dindar kesim” bir zamanlar İran’la kurduğumuz birliği “İslam Birliği” olarak takdim ediyordu. Dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım:

Aşağıdaki fotoğraf 17 Mayıs 1956 tarihli Hürriyet gazetesine ait. Manşetin hemen yanında Şah ve "İmparatoriçe"nin fotoğraflarını görüyorsunuz. "Dost İran Şahı’na Ankara şehri fahri hemşehriliği törenle tevcih edildi" yazıyor. Dönemin gazetelerini incelerseniz İran’la o zamanlar ne kadar içli dışlı olduğumuzu görürsünüz. Hatta Türkiye-İran Dostluk Cemiyeti bile kurmuş, kitaplar basmışız.

Hürriyet’teki haberle aynı gün Büyük Doğu dergisinde “Şehinşah!” başlıklı bir makale yayınlandı. Makalenin yazarı Necip Fazıl idi. "Dost İran Şehinşahı topraklarımızda" diye başlayan yazının son cümleleri şöyleydi: 

"Asırlardan beri rüyası görülen inkılâp çapında bir davranışın başında bütün Doğu aleminin nurânî şehrâyinlerle parıldatması gereken bu dâvanın muazzam zafer tâkı altından geçerek, işte İran Şehinşahı topraklarımıza girmiş ve safalar getirmiştir. Tâkın bir kenarında da, bu âzim eserin mimarına ait küçük bir imza vardır: Adnan Menderes. Bu dâva, şah dâvaların şehinşahıdır."

Bu satırlar yazıldığında Bağdat Paktı kurulalı 15 ay olmuştu. Şah döneminin İran’ı bu paktın üyelerinden biriydi. Sadece Necip Fazıl değil, dönemin dindarları Bağdat Paktı’nı “İslam Birliği” olarak takdim etmişti. Örneğin, Sebilürreşad dergisi, Haziran 1957'de Bağdat Paktı'nı "120 Milyonluk İslam Birliği" olarak tanımlayacaktı. 

Sebilürreşad’a göre Batıcılığın simge ismi Nuri Said Paşa da “anlayışlı hükümet reisi” idi. İşin ilginç tarafı Nuri Said Paşa Osmanlı’ya karşı ayaklanan, tabir-i caizse Osmanlıyı arkadan vuran bir Osmanlı subayı idi. Sonrasında İngilizler getirip, Irak’a başbakan yapmışlardı. 

Peki nereden kaynaklanıyordu bu İran sevgimiz? Ne oluyordu da Sultanü'ş Şuara, Şah Rıza için bunca edebiyat yapıyordu? Çünkü o yıllarda "komünizm" düşmanımız, Bağdat Paktı da, bizi bu düşmandan koruyacak kalkan idi. 

Halbuki Bağdat Paktı bir ABD projesiydi. Kısaca anlatayım:

ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles 9 Mayıs 1953'te, tam 20 gün sürecek olan ve "ABD'nin Ortadoğu'ya girişinin simgesi" olarak kabul edilen Ortadoğu gezisine çıktı. 

Amacı, Sovyet Rusya'yı kuşatan zincirin son halkasını tamamlamaktı. Geziye çıkmadan önce Ortadoğu'nun "en büyük petrol rezervlerine sahip" bölge olduğunu söylemeyi de ihmal etmemişti. 1949'da NATO, 1952'de Avustralya ve Yeni Zelanda'nın dahil olduğu ANZUS kurulmuştu. Asya Pasifik bölgesini içeren SEATO'nun yanında Ortadoğu'yu içeren bir pakta daha ihtiyaç vardı.

Dulles tam 11 ülkenin başkentini ziyaret etti. Mısır'ın ne diyeceği özellikle önemliydi. Ne var ki, Irak ve Pakistan'ın dışında Dulles'a yeşil ışık yakan bir ülke yoktu. 

Türkiye'nin zaten en istekli ülke olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Dulles geziye çıktığı tarihte İran'da petrolü millileştiren Musaddık başbakandı. Geziden bir kaç ay sonra, Musaddık ABD-İngiliz darbesiyle devrildi. 

Musaddık'ın da devrilmesiyle Şah Rıza tekrar geri döndü; İran da artık pakt için hazırdı. Arap ülkelerini pakta dahil etmeyi çok isteyen ama başaramayan Dulles "Kuzey Kuşağı" kavramını ortaya attı. Türkiye'nin öncülüğünde 4 ülke bu işi kotarabilirdi: Pakistan, İran ve Irak. Özetle, yönetmen ve senarist ABD'ydi, diğer ülkeler bir müddet sonra vizyona girecek filminin oyuncularıydı. 

24 Şubat 1955 günü saat 23.30'da, Menderes ve Nuri Said Paşa’nın koyduğu imzalarla Bağdat Pakt’ı kuruldu. İlginçtir Pakt’ın üçüncü üyesi İngiltere oldu. Eylül 1955’de Pakistan, Kasım 1955’te ise İran katıldı.

Bağdat Paktı'yla neyi selamladığımızı daha iyi anlamak için İsrail meselesini de anlatmam gerekiyor. 

İsrail 1948'de kurulmuş, ABD 11 dakika sonra tanımıştı. Türkiye'de "komünizm korkusu" pazarlanıp, Bağdat Paktı için hazırlıklar yapılırken Arap dünyasında kızılca kıyamet kopuyordu. 

Özellikle Mısır ve Suriye için asıl tehlike "komünizm" filan değil, İsrail'di. Nasır'ın Mısır'ı bu söylemin başını çekiyor, Bağdat Paktı'na şiddetle karşı çıkıyordu. Örneğin, Irak'ı, (Türkiye'yi kastederek) "İsrail'in müttefikinin müttefiki" olarak suçluyordu. Üstelik, Musaddık gibi bağışlanamaz bir suç daha işlemiş, Süveyş Kanalı'nı millileştirmişti; sene 1956'ydı.

Nasır'ın kararı Arap dünyasında coşkuyla karşılandı; Tabii ki Irak hariç. Nuri Said Paşa, İngiliz Başbakan Eden'a "Tek bir hareket alanınız var. Vurun, hemen vurun ve sert vurun. Yoksa çok geç kalırsınız." demişti. Ayrıntısına girmeyeceğim, neticede İkinci Arap-İsrail Savaşı işte çıktı.

Gözünüzden kaçmış olamaz; sene 1956'ydı, Bağdat Pakt'ı kurulalı bir yıl olmuştu ve Pakt'ın üyelerinden biri olan İngiltere, İsrail'le birlikte Mısır'a saldırıyordu. Türkiye ise o zamanlar İran'ı "dost" olarak kucaklarken, hangi ülkeyi "fitnenin elebaşısı" olarak görüyordu dersiniz? Evet, Mısır.

Neler söylenmiyordu ki? Celal Bayar, "Mısırlılar, Süveyş konusunu bağımsızlık meselesi olarak görmekteler. Elbette bağımsızlık kutsal bir haktır. Fakat biz, bunun Süveyş konusunda gerçek olduğuna inanmıyoruz." demişti. Hatta İzmir Fuarına gelen Mısırlı bakanı dövmekten beter etmişti: "Siz Araplar nankör bir ulussunuz. Türklerin İslâm evrenine bunca hizmetlerine karşı sürekli ihanet ettiniz."

Adnan Menderes, "Türkiye İngiltere’nin özgür dünyanın anahtar mevkilerinden birinin ileri karakolunun bekçisi olarak hareket ettiğine ikna olmuştur." derken, Fatin Rüştü Zorlu ise 12 Kasım'da Karaçi'de Mısır'ın başına gelenleri, "Bağdat Paktı'na katılmış olsalardı mevcut durum husule gelmezdi." sözleriyle yorumladı.

Peyami Safa'nın yazdıkları ise niçin bizim her zaman İsrail'den daha büyük bir düşman bulduğumuzu da özetler niteliktedir: "Cepheler gizli değil: Mısır Sovyetlerin safında yer almıştır. Ordusunu onların verdiği silahlarla donatmıştır, Ortadoğu'ya sızan Moskof nüfuzuna her bakımdan yataklık etmektedir. Arap dünyasını Sovyet emperyalizminin entrikalarına alet etmeğe uğraşan Nasır'ın meşum rolü barış için ciddi bir tehlike halini almıştır. Küçük İsrail, Mısır'a karşı savaşırken, yalnız kendi hudut emniyetini sağlamaya değil, hür milletlerin davasına da, doğrudan doğruya veya dolayısıyla hizmet etmiştir."

Dediğim gibi, dindar basın asıl fitneyi Mısır olarak sunuyor, Büyük Doğu, "Mısır kızıllardan neler aldı?", "Mısır doğrudan doğruya Rusya'dan silah alıyormuş." gibi "asıl düşmanımızı" hatırlatan haber başlıkları atıyordu. Büyük Doğu'ya göre, Nasır'ın asıl amacı, Mısır'ı İslam dünyasının lideri yapmaya çalışmaktı. Buna tek engel ise Türkiye'ydi. Mısır'ın Bağdat Pakt'ına şiddetli karşı çıkışının ardında da işte bu gerçek vardı. 

Mısır'daki basının Bağdat Paktı'nın İngiliz ve Amerikalılar tarafından kurdurulduğu iddialarını da Büyük Doğu, "tezvirat", "Türkiye aleyhine sistematik neşriyat" olarak tanımlamaktaydı. 

Sebilürreşad da, Kasım 1956'da yayınlanan nüshasında, Mısır'a yapılan saldırıyı lanetliyor ama suçu Nasır da buluyor ve onu Bağdat Paktı'na katılmaya davet ediyordu: "Filhakika bütün bu felaketler Abdünnasır'ın hatası, şımarıklığı ve Bağdat Paktı'na karşı aldığı serkeşane hareketinden doğmuştur."

Anlayacağınız herkeste bir Bağdat Paktı sevgisi vardı: "İran Şiiymiş, Persmiş!" önemli değildi. "Nuri Said Paşa Osmanlıyı arkadan vurmuş!" olsundu. Dahası İngiltere üye olması bile Bağdat Paktı'nın "İslam Birliği" olarak tanımlanmasına engel olmuyordu. 

Bu tarihin önümüze koyduğu soru şudur: Bizim dostumuzu-düşmanımızı kim belirliyor?

1950'lerde İran'ı "dost", Mısır'ı "düşman" yapan temel parametre nedir? Mezhep mi? Etnisite mi? Tarih mi?

Niçin o yıllarda "Şii İran" bizim dostumuz oluyor da, "Sünni Mısır'a" düşman oluyoruz? Niçin Süveyş Krizi sırasında "Acem oyunları" değil de "Arapların bizi arkadan vurduğu" söylemi revaç kazanıyor? Niçin Nasır "fitneci" oluyor da, Nuri Said Paşa'yı "anlayışlı hükümet reisi" yapıyoruz? Artı “Araplar bizi arkadan vurdu!” argümanı niçin Nasır'a işliyor da Nuri Said Paşa’ya işlemiyor?

İlginç değil mi, bugün de Şiilik argümanı İran’a işliyor ama İsrail'e petrol akıtan Azerbaycan’a işlemiyor; Nasrallah’a işliyor ama Suphi Tufeyli’ye işlemiyor!

Uzun zamandır ilginç bir şekilde İran’ın İsrail’den daha büyük bir düşman olduğunu söylüyorlar. Herkesin ağzında “Şii Hilali” diye bir sakız. Peki kim üretmiş bu kavramı? 2004’te Ürdün Kralı Abdullah; hani şu İsrail’e giden füzeleri düşüren Abdullah.

Çok uzadı. Tekrar sormak istiyorum:

Niçin bizim siyasi olayları okuyuşumuz nihayetinde ABD-İngiltere-İsrail üçlüsüne hizmet ediyor? Bizi kim manipüle ediyor? Kim bizi sürekli bir başka şeyle korkutup (bir zamanlar Komünizmle korkutup Kore’ye savaşmaya gönderdikleri gibi) Amerika'nın yanında hizaya çekiyor?

Merak ediyorum: Acaba Bağdat Paktı, İslam devrimiyle birlikte yıkılıp gitmemiş olsaydı, bu alimler, aydınlar, akademisyenler yine böyle konuşur muydu?