Hayatı

Şiblî Nu‘mânî 1857 yılında Hindistan’ın A‘zamgarh bölgesine bağlı Bindûl’de dünyaya geldi. Yüksek gelirli bir avukat olan babasının yanındayken Muhammed Fârûk’tan İslâmî ilimleri tahsil etti. Daha sonra doğduğu yere yakın bölgelerdeki tanınmış âlimlerden dersler alarak ilmini derinleştirdi. 1877’de hac farîzasını ifa etti. 1880 yılında avukatlık sınavına girip kazandı, kısa bir süre bu mesleği icra etti ancak devam ettirmedi. 1882’de Seyyid Ahmed Han’la tanıştı, bu vesileyle Mohammadan Anglo-Oriental College’da (Aligarh Koleji) Arapça hocalığı yapmaya başladı. Seyyid Ahmed Han tarafından Aligarh’ta kurulan bu kolejde çalışmaktayken 1883 yılında kendisi A‘zamgarh’ta millî bir kolej kurdu. Şiblî Nu‘mânî, İslâm dünyasının içine düştüğü buhrandan muzdaripti ve bunun önüne geçebilmek için çareler aramaktaydı. Bilhassa Müslüman gençliğe heyecan ve güven aşılamak için İslâm kahramanları temalı bir kitap dizisi hazırlamayı planladı. Hem yazacağı eserler için kaynak temin edebilmek hem de araştırma ve incelemelerde bulunmak maksadıyla önemli İslâm şehirlerini ziyaret etmeye karar verdi. Bu gayelerle 1892 senesinde İstanbul, Beyrut, Kudüs ve Kahire şehirlerini kapsayan bir seyahat gerçekleştirdi. Altı ay süren bu yolculuğu esnasında gittiği yerlerin özellikle eğitim ve kültür hayatlarını mercek altına aldı. Üç ay kaldığı İstanbul’dan ayrılmadan önce Gazi Osman Paşa aracılığıyla II. Abdülhamid tarafından kendisine dördüncü dereceden Mecîdî nişanı verildi. O, eğitim-öğretimde ve ilmî seviyede bir gerileme olduğunu düşünmekteydi. Gezip gördüğü İslâm ülkelerinin durumları da birçok yönden onun bu düşüncelerini perçinledi. Edindiği izlenimlerden ve tecrübelerden hareketle Hindistan’a döndükten sonra ilmî faaliyetlerine hız kesmeden devam etti. 1894 yılında Nedvetü’l-ulemâ’nın kuruluş toplantısında bulundu. 1898’de Aligarh Koleji’nden istifa etti. 1903 yılında Encümen-i Terakkî-i Urdû’nun sekreterliğini yaptı. 1905’te Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ’nın ilmî işlerini yürütmeye başladı. Burada eğitim programı hakkındaki bazı fikirleri dolayısıyla bir muhalefetle karşılaştı. Bu sebeple 1913’te bu görevinden ayrıldı. Bunun üzerine 1914’te A‘zamgarh’ta Dârülmusannifîn adlı eğitim ve araştırma merkezini kurdu. Bazı sağlık sorunlarına rağmen azimle çalışmayı sürdüren Şiblî Nu‘mânî 1914 yılında vefat etti.          

İslam Düşünürleri 

Öğretisi

Şiblî Nu‘mânî’nin yaşadığı zamanda Hindistan, İngiliz hâkimiyeti altında bulunmaktaydı. Misyonerlik faaliyetleri yapılmakta, Batı menşeli inkârcı akımların olumsuz etkisi Hint Müslümanları üzerinde de görülmekteydi. İngilizlerin siyasî ve ekonomik hegemonyaları yanında kurdukları eğitim müesseseleri ve yaptıkları yayınlarla eğitim ve kültür hayatına da nüfuz etmeleri, Hint ulemâsının tepkisini çekmekteydi. Bu durum onları buna karşı önlem almaya ve alternatif eğitim kurumları tesis etmeye sevk etmişti. Bu amaçla önce 1866’da geleneksel şekilde eğitim veren Diyûbend Medresesi kuruldu. Diğer taraftan modernist düşünceye sahip olan Seyyid Ahmed Han, 1875 yılında Aligarh Koleji’ni kurdu. Şiblî Nu‘mânî ise Diyûbend hareketinin muhafazakarlığı ile Seyyid Ahmed Han modernizmi arasında orta bir yol izledi. Nedvetü’l-ulemâ hareketi içinde yer aldı ve Dârülulûm-i Nedvetü’l-ulemâ’nın ilmî işlerini yürüttü. Bu anlamda geleneği ve moderni harmanlayan sentezci bir yol takip etti. Eğitim programında iyi bir Arapça tahsiline ve edebî sahadaki yetkinliğe önem verdi, ayrıca bütün dünyayla iletişim halinde olabilmek için yabancı dil bilmenin gerekliliği üzerinde durdu.

Yazdıkları eserlerle İslâm tarihini kötüleyen, İslâm dini ve Hz. Peygamber aleyhine fikirler ortaya atan şarkiyatçılara karşı sağlam bilgilerden oluşan ve şüpheleri gideren bir tarih bilinci geliştirmeye çalıştı. Hz. Ömer, Ebû Hanîfe ve Me’mûn gibi önemli tarihî şahsiyetlerin biyografilerini yazarak geçmişte büyük işler başaran şahsiyetlere dikkatleri çekti. Tarih alanında yazdığı eserlerle önemli etkiler bıraktı. Onun bu sahadaki tesirini daha sonra Seyyid Süleyman en-Nedvî ve Ebü’l-Hasan en-Nedvî gibi âlimlerde de görebilmek mümkündür. Hindistan’ın ilk modern tarihçisi olan Şiblî Nu‘mânî’nin, geleneksel tarih anlayışıyla modern tarih anlayışını birleştirdiği kabul edilmektedir. Onun yaklaşımına göre tarih ilminde bir devir anlatılırken sadece savaş ve fetih tasvirleri yapılmamalıdır. O devrin kültürel, sosyal, ahlakî ve dinî bütün yönlerinden bahsedilmelidir. Olaylar zikredilirken sebep sonuç zinciri takip edilmeli, bununla birlikte eksik bir halkadan söz edilirken ihtiyat elden bırakılmamalıdır. Tarih ilminde sadece rivayet metoduyla yetinilmemelidir. Muhakeme usulüne de yer verilerek ele alınan hadisenin rasyonel tenkidi yapılmalıdır. 

Batı düşüncesinin ve kültürünün İslâm toplumu üzerindeki yıkıcı tesirlerine karşı kelâm ilminin yenilenmesi gerektiğini düşünen Şiblî Nu‘mâni, bu yönde bazı çalışmalarda bulunmuştur. Onun kelâmda yenilenme düşüncesine göre kelâm ilminde ağır ve anlaşılmaz konulardan vazgeçilmelidir. İslâm inancı sade ve açıktır, çetrefilli konularla ve dine ait olmayan meselelerle karmaşık bir hale getirilmemelidir. Gelenekten bütünüyle kopulmamalı, bununla beraber artık bir faydası olmayan içerik ve metotlardan vazgeçilmelidir. İçerik günün ihtiyacına göre şekillenmeli, yöntemde çağdaş felsefe ve mantıktan da istifade edilmelidir. Akıl ve nakil bir uzlaşı içinde olmalıdır. Bunun sağlanabilmesi için hem geçmiş felsefî ve düşünsel birikimden hem de modern aklî ve bilimsel gelişmelerden yararlanılmalıdır. Mezhep taassubu içine düşülmemeli ve taklitçilikten uzak durulmalıdır. Artık İslâm dinine sadece itikadî yönden değil tarihî, medenî ve ahlakî açılardan da tenkitler yöneltilmektedir. Kelâm ilmi, bunların hepsine karşı İslâm dinini savunmayı bir görev bilmelidir. Şiblî Nu‘mânî bu doğrultuda yeni ilm-i kelâma dair eserinin “Kelâm” bölümünde daha önceki kelâm kitaplarında yer verilmeyen; insan hakları, kadın hakları, İslâm’ın ilerlemeye mâni olmaması, ruhbanlığın reddi gibi konuları da ele almıştır. 

Şiblî Nu‘mânî’yi farklı kılan yönlerden biri kelâm ilmini siyerle ilişkilendirmesidir. “Sîretü’n-nebî” adlı eserinde belirttiğine göre modern dönemde dinin sadece Allah’a iman olduğu şeklinde fikirler ortaya atılmıştır. Halbuki bu doğru değildir, bilakis Allah’a iman yanında peygamberimizin risâletine inanmak da gereklidir. Bundan dolayı peygamberimizin hayatı, ahlâkı ve âdetleri hakkında bilgi sahibi olmak zorunludur. Çünkü Batılı yazarlar Hz. Peygamber’in hayatını genellikle olduğundan başka şekilde tasvir etmekte ve bu yanlış bilgiler Müslümanların zihinlerini yavaş yavaş zehirlemektedir. O halde kelâm ilmi açısından siyerle ilgili konularla meşgul olmak da önemli ve gereklidir. Buna ek olarak o, kelâm ilmini şer’î ahkâmla da ilişkili görmektedir. Bu konuda Şah Veliyyullah’ın tesirinde kaldığı anlaşılan Şiblî Nu‘mânî, dinin akaid ve ahkâmdan oluştuğunu, itikadî konular gibi şer‘î hükümlere de tenkitler yöneltildiğini, dolayısıyla bunların da cevaplanması gerektiğini düşünmektedir. Ayrıca Kur’an’a yöneltilen eleştirilerin cevaplanmasına da büyük önem vermektedir. O, bunun da kelâm ilminin bir vazifesi olduğunu düşünmekte fakat kelâmcıların bu noktada çok eksik kaldığını ifade etmektedir. Onun, kelâmın yenilenmesiyle alâkalı ayırt edici önemli özelliklerinden birini de bu meseleye yer vermesi teşkil etmektedir.

Aynı zamanda Şiblî Nu‘mânî, kelâmın yenilenmesinin kelâm tarihini bilmekten bağımsız olamayacağı düşüncesindedir. Bu nedenle yeni ilm-i kelâmla ilgili eserinin “İlm-i Kelâm” adlı ilk bölümünde kelâm tarihini kaleme alır. Burada, kelâm ilminin tarihi hakkında Avrupaî tarzda yazılmış Urduca, Arapça ve Farsça bir eser olmadığını söyler. Bunun bir eksiklik olduğunu belirtir ve bu açığı kapamak için harekete geçer. Bu anlamda kendisi mezhepler tarihi literatüründen farklı olarak çağdaş kelâm tarihi yazınının öncüsü konumundadır. Bu sebeple onun kelâm tarihiyle ilgili fikirleri de kayda değer mahiyettedir. Ona göre kelâm ilmi, naklî kelâm ve aklî kelâm olmak üzere iki kısma ayrılır. İslâmî fırkalar arasındaki tartışmalar nedeniyle ortaya çıkan naklî kelâm Cebriyye, Kaderiyye ve Mu‘tezile gibi grupları hedef alır. Felsefeyle karşılaşma neticesinde ortaya çıkan aklî kelâm ise esasen felsefeye karşı mücadele eder. Gazzâlî’ye kadar naklî ve aklî kelâm birbirinden ayrı olarak var olagelmiş ancak Gazzâlî ikisini birleştirmiştir. Ardından Fahreddin Râzî bu tavrı geliştirmiş, diğer müteahhirûn dönem kelâmcıları da bunu devam ettirmişlerdir.

Asıl kelâmın aklî kelâm olduğunu düşünen Şiblî Nu‘mânî, kelâmın geçirdiği tarihi süreci üç devir halinde inceler. İlk devirde Mu‘tezile mezhebinden bahseder. Aklî ilm-i kelâmın Abbâsî halifelerinden Mehdî zamanında ortaya çıktığını, halife Me’mûn zamanında “kelâm” adının kullanılmaya başlandığını ve bu tarzda eser veren ilk kişinin bilindiği kadarıyla Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf olduğunu belirtir. Ona göre bir kısmı hariç olmak üzere Abbâsî halifeleri kelâm ilmine önem vermiş, onu korumuş ve geliştirmişlerdir. Onlar tarafından ilim meclisleri düzenlenmiş, çeşitli ilmî meseleler hakkında müzakereler ve münâzaralar gerçekleştirilmiş, İslâm dinine karşı ortaya atılan iddiaları geçersiz kılmak için geniş katılımlı ilmî toplantılar yapılmıştır. Böylece kelâm ilmi sahasındaki çalışmalar ve eserler her yere yayılmış, birçok meşhur mütekellim yetişmiştir. Fakat bu devir, Abbâsîler’in zirveye ulaştığı dördüncü asrın sonunda çökmeye başlamış ve beşinci asırda giderek kaybolmaya yüz tutmuştur.

İkinci devri Eş‘arîler’e ayıran Şiblî Nu‘mânî, Eş‘arîlik’te aklî kelâmın Gazzâlî’yle beraber başladığını dile getirir ve Gazzâlî’ye özel bir önem atfeder. Onun Gazzâlî hakkındaki bazı düşüncelerine göre Eş‘arîler içinde felsefeyi reddetmek amacıyla müstakil olarak ilk defa eser telif eden âlim Gazzâlî’dir. Gazzâlî mantık öğrenmeyi farz-ı kifâye kabul etmiş ve felsefenin bütün meselelerinin dine muhalif olmadığını söylemiştir. O, başlangıçta Eş‘arîler’in görüşlerini kabul etmiş, ancak avam için uygun olan bu yolun, hakikat ehli için yeterli olamayacağını benimsemiştir. Bundan dolayı Eş‘arîler’in  takip ettiği metottan uzaklaşmış ve itikadî konuları keşfî bilgiyle açıklayan bazı kitaplar yazmıştır. Ancak bunları avama yaymayı uygun bulmamıştır. Neticede zâhiren bir Eş‘arî kelâmcısı olan Gazzâlî, felsefeyi kelâma eklemesi dışında Eş‘arîler’e özgü itikadî fikirlerde bir değişiklik yapmamıştır. Ona göre Gazzâlî’den sonra özellikle Fahreddin Râzî kelâm ilminde önemli işler gerçekleştirmiştir. Râzî’den sonraki en meşhur kelâmcı ise Seyfeddin Âmidî’dir. Ne var ki Âmidî’nin ardından onun seviyesinde bir kelâmcı yetişmemiştir. Bununla birlikte Eş‘arîlik mezhebi Müslümanlar arasında yayılmaya devam etmiş ve kelâm denilince akla Eş‘arîler gelmeye başlamıştır. Şiblî Nu‘mânî, ikinci devirde Mâtürîdiler’e de çok kısaca değinmiş, fakat Mâtürîdiyye’nin kaybolup gittiğini ifade etmiştir. Mâtürîdîler’in, Eş‘arîler’e özgü itikadî fikirlerin tamamından onlara muhalefet ettiklerini belirtmiştir. Kendisi de Eş‘arîler’in birçok görüşünü kabul etmemiş, ancak Eş‘arîliğe karşı Mâtürîdîliği destekleyen bir beyanda da bulunmamıştır.

Şiblî Nu‘mânî kelâm ilminin üçüncü devrini İbn Rüşd, İbn Teymiyye ve Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’ye tahsis etmiş, onların kelâmî konularla ilgili düşüncelerine yer vermiştir. Kelâmcı kimlikleriyle tanınmayan bu isimleri, kelâmcılar arasında zikretmek ona has bir durum olarak belirmektedir. Üçüncü devir içinde ayrıca İslâm filozoflarından bahsetmiş, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Miskeveyh gibi birçok İslâm filozofunun fikirlerini dile getirmiştir. Onun bu tutumunun ardında, İslâm düşüncesinin gelişim seyrini takip etme, İslâmî düşünce birikiminden ve özellikle akılla nakli uzlaştırmaya çalışan düşünürlerin görüşlerinden istifade etme gibi gayeler mevcuttur. Sonuç olarak Şiblî Nu‘mânî’nin eylem planındaki mutedil tavrı, düşünce yapısında da göze çarpmaktadır. Bu yönüyle onun kelâmı, felsefeyi ve tasavvufu uzlaştırmaya çalışan bir tutum izlediği söylenebilir. Buna muvafık olarak ihtilâflı konular dolayısıyla Müslümanların birbirlerini tekfir etmelerine karşı çıkmış, yeni kelâmî meselelerin çözümünde, dikkate değer bulduğu fikirleri mezhep ve meşrep farkı gözetmeksizin kullanmıştır. Zira İngiliz egemenliği altında varlıklarının devamından endişe eder hale gelen Müslüman toplum için en hayırlı yolun, parça parça bölünmek değil birlik beraberlik ve anlayış içinde bulunmak olduğuna inanmıştır.

Temel Soruları

  • Müslümanların gelişmesi ve medeniyet yarışında ilerlemesi için gayret sarf etmiştir.

  • Eğitim-öğretim seviyesinin yükselmesi ve yaygınlaşması için çalışmıştır.

  • Gelenekle moderni bir araya getirerek orta bir yol takip etmeyi amaçlamış, sentezci bir tavır izlemiştir.

  • Cehaletten ve miskinlikten uzaklaşmak, ilimle daha fazla meşgul olmak gerektiğini belirtmiştir.

  • Kütüphanelerdeki nâdir eserlerin çok kıymetli olduğunu vurgulamış, bunların gün yüzüne çıkabilmesi için dernekler kurulmasının, yetenekli ilim adamları tarafından önemli eserlerin belirlenmesinin ve basılıp neşredilmesinin lüzumu üzerinde durmuştur.

  • Müslümanların inancının sarsıntıya uğramaması için çabalamış, kelâm ilminin yenilenmesi gerektiğini düşünmüştür.

  • İslâm dinine, onun ilke ve esaslarına akla aykırı olma iddiasıyla eleştiriler yöneltildiği için akıl-nakil uyumuna ehemmiyet vermiştir. Bu nedenle geçmiş birikimden ve güncel gelişmelerden istifade etme yolunu tutmuştur.

  • Müslümanların birliğini ve kardeşliğini, ayrıca Osmanlı devletinin siyasî nüfuzunu desteklemiştir.

Öne Çıkan Eserleri

  • el-Me’mûn: A‘zamgarh 1889.

  • Sîret-i Nu‘mân: trc. M. Hadi Husain, Lahor 1972; New Delhi 1988.

  • Sefer-nâme-i Rûm u Mısr u Şâm: trc. Yusuf Karaca, İstanbul 2016.

  • Ömer el-Fârûk: trc. Zafer Ali Khan – M. Saleem, Lahore 1957; trc. Talip Yaşar Alp, I-II, İstanbul 1986.

  • Sevânih-i Mevlânâ-yı Rûm: Leknev.

  • el-Gazzâlî: trc. Yusuf Karaca, İstanbul 1972; İstanbul 2012.

  • ‘İlm-i Kelâm aôr Kelâm: trc. Celâl es-Saîd el-Hafnâvî, Kahire 2012.

  • Sîretü’n-Nebî: A‘zamgarh 1918.

  • Şi‘rü’l-Acem yâ Târîh-i Şu‘arâ ve Edebiyyât-ı Manzûm-ı Îrân: trc. Burhâneddin Keşkekî vdğr., Kâbil 1306-1315; Tahran 1326-1363.

    Kaynak: İslam Düşünce Atlası
    Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu