Hayatı

Nesebi sahabe-i kirâmdan Ubâde b. Sâmit el-Ensârî’ye dayanmaktadır. Buhara’da doğduğu bilinmekle beraber doğum tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Dolaylı bilgilerde ise bazı tutarsızlıklar bulunmaktadır. 671 yılında Buhara’nın İlhanlılar tarafından işgal edilip orada hiç kimsenin bırakılmadığı dikkate alındığında bu tarihten önce doğmuş olmalıdır. Mensup olduğu aile Buhara’nın ilmiyle şöhret bulmuş köklü bir ailesidir. Hem anne tarafından hem de baba tarafından dedeleri, “Sadrüşşerîa el-Evvel/el-Ekber” ve “Nuʻman/Ebû Hanîfe es-Sânî” lâkaplarıyla şöhret bulmuş Cemâlüddin Ubeydullah b. İbrâhîm el-Mahbûbî’nin (ö. 630/1233) oğludur. Sadrüşşerîa es-Sânî bu büyük dedesiyle hem lâkap hem de isim ayniyeti sebebiyle “es-Sânî/el-Asgar” diye anılmıştır. Anne ve babası, aile Buhara’dayken vefat etmiştir. DİA’daki maddede her iki dedesiyle birlikte 675 yılında Kirman’a sığındığı ifade edilse de, bu bilgi Hediyyetü’l-ârifîn’de anne tarafından dedesi olan Burhânüşşerîa Mahmud’un 673/1274’te öldüğüne dair kayıtla çelişmektedir. Bu ölüm tarihi doğru kabul edilip Vikâye sahibi Burhânüşşerîa’nın, bu eserini torunu için yazdığı bilgisiyle birlikte dikkate alınırsa Sadrüşşerîa es-Sânî bu eseri okuyabilmek için 660’lı yılların ilk yarısında doğmuş olmalıdır. Ancak ailenin Kirman’daki hayatına dair bilgiler, bu dedesinin daha sonraki tarihlerde ölmüş olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Ailenin 675’te Kutluğhanlılar hükümdarı Kutluğ Türkân’a sığınmasından sonra Sadrüşşerîa’nın dedeleri Kutbiyye Medresesi’nde müderrislik yapmaya başlamış, Sadrüşşerîa ise onların yanında yetişmiştir. Dedesi Burhânüşşerîa Mahmud’dan ders aldığı, eserlerinde kendisinden “hocam” diye bahsetmesinden anlaşılmaktadır. Diğer dedesi Tâcüşşerîa Ömer’in de Kirman’da torunuyla birlikte bulunduğu ve ileri bir tarih olan 709/1309’da vefat ettiği dikkate alındığında Ubeydullah’ın ondan da ders almış olması kuvvetle muhtemeldir. Ubeydullah’ın Kirman’dan ne zaman ayrıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber Herat’ta Muhammed b. Mübârekşâh el-Mantıkî’nin ondan ders aldığına ve ünlü seyyah İbn Battûta’nın Buhara’da onunla Herat’tan yeni döndüğü 733/1233 yılında buluştuğuna dair bilgiler ömrünün bir kısmını Herat’ta geçirdiğini göstermektedir. Eserlerindeki ferağ kayıtları, ömrünün son senelerini Buhara’da geçirdiğini doğrulamaktadır. Sadrüşşerîa, son eseri Şerhu Taʻdîli’l-ʻulûm’u tamamladıktan iki buçuk ay kadar sonra 747 senesinde Buhara’da vefat etmiştir.

Sadrüşşerîa fıkıh usûlü, fıkıh, kelâm, tefsir, hadis gibi ilimler yanında belâgat, felsefe, astronomi ve tabiat bilimlerinde geniş bilgi birikimine sahipti. Eserleri ve düşünceleriyle etkisini günümüze kadar sürdürmüş, kendisinden çağdaşları ve daha sonraki birçok âlim tarafından övgüyle söz edilmiştir. Teftâzânî kendisini eleştirmek üzere yazdığı et-Telvîh mukaddimesinde onun için “muhakkik imam, büyük müdekkik âlim, hidayet sancağı, dirâyet âlimi, akıl ve nakil terazisinin dili, fıkıh ve usûl ilimlerinin dallarını ayrıştıran” sıfatlarını kullanır. Devletşah ise öğrencilerinden Şemseddin et-Tabesî’nin biyografisinde Sadrüşşerîa’dan “sultânü’l-ulemâ” diye söz eder; onu devrin ileri gelenlerinden ve büyük âlimlerinden, Buhara’nın önemli şahsiyetlerinden biri olarak anar. Kefevî de Sadrüşşerîa’nın ilmî dirayeti ve çok yönlülüğü hakkında dikkat çekici ifadeler kullanır: “Üzerinde ittifak edilmiş imam, ihtilafların kendisine arz edildiği allâme, şeriat kanunlarının hâfızı, aslî ve fer’î problemleri halleden, fürû’un ve usûlün şeyhi, aklî ve naklî ilimlerin âlimi; fakîh, usûlcü, hilâf ve cedel âlimi, muhaddis, müfessir, nahiv ve lügat âlimi, edîb, nazar ehli, kelamcı, mantıkçı, kadri büyük, makamı yüce, ilmi çok, hakkında darb-ı mesel yapılan...”  

Kaynaklarda bildirildiğine göre büyük mantıkçı ve filozof Kutbüddin Râzî, şöhretini işittiği ve o sıralarda Herat’ta bulunan Sadrüşşerîa’nın ilmî birikimini ölçmek ve kendisiyle tartışmak istemiş, bu amaçla genç öğrencisi Muhammed b. Mübarekşah’ı Herat’a göndermiştir. Bir süre Sadrüşşerîa’nın derslerini takip eden İbn Mübarekşah, İbn Sina’nın el-İşarat ve’t-Tenbihat adlı eserini geleneğin aksine Fahreddin Râzî ve Nasîrüddin Tûsî şerhlerine başvurmadan okuttuğunu görür. Hocası Kutbüddin Râzî’ye yazdığı mektupta Sadrüşşerîa’nın yakıcı bir ateş olduğunu, onunla tartışmaya girişmenin başarısızlıkla sonuçlanabileceğini bildirince Râzî bu niyetinden vazgeçmiştir.

Son devir âlimlerinden Seyyid Bey, Sadrüşşerîa ile Molla Hüsrev’i karşılaştırırken şu ifadeleri kullanır: “...Meşâhîr-i ulemâ-yı Osmâniyyeden Molla Hüsrev merhum, Dürer’de ve Mir’ât’ta müşârun ileyh Sadrüşşerîa ile pek çok uğraşır ve birçok itirazlar serd ederse de bizim Molla, olsa olsa onun iyi bir tilmizi olabilir.” (Seyyid Bey, Medhal, s. 57.)

Eserlerinde önceki bilgi birikimini nakletmekle yetinmeyip eleştirel bir üslûp kullanarak kendi görüşlerini öne çıkarmaya, orijinal ve özgün katkılarını vurgulamaya, yeni bakış açısı getirdiği konuları belirtmeye ayrı bir önem veren Sadrüşşerîa bu yönüyle çağdaşlarının takdirini kazanmıştır. Sadrüşşerîa önceki âlimleri eleştirmekle kalmamış, çağdaşı bazı âlimlerle de uzun süren tartışmalara girmiştir.

Sadrüşşerîa Hanefî-Mâtürîdî ekolünün önde gelen temsilcilerinden olup, ilmî metot ve üslup bakımından Fahreddin er-Râzî mektebine mensuptur. Kelâmî sahada filozoflara, Mutezilî ve Eş’arî düşünceye eleştiriler yöneltir. Sadrüşşerîa kendisini bir sûfî görmemekle birlikte tasavvufa ve mutasavvıflara karşı muhabbeti olan, bu sahanın eser ve kavramlarını iyi bilen bir âlimdir.

Sadrüşşerîa, özellikle Şerhu’l-Vikâye adlı kitabı ile et-Tenkîh ve buna şerh olarak yazdığı et-Tavzîh adlı eserleri yanında, Teftâzânî’nin bu şerh için kaleme aldığı et-Telvîh adlı hâşiye üzerinden kendinden sonraki ilim çevreleri üzerinde daima etkili olmuş bir âlimdir. Bu eserler özellikle Osmanlı medreselerinde okutulan temel metinler haline gelmiş ve bir dönem Semâniye medreselerine müderris olacak âlimlerin imtihan edildiği metinler arasında yer almıştır. 

Mesela Osmanlı ulemâsının meşhurlarından Taşköprîzâde Ahmed İsâmüddin Efendi’nin (ö. 965/1561) ilmî kariyerine baktığımızda, 1529’da tayin edildiği kırk akçe yevmiyeli (kırklı) Üsküp’te İshak Bey Medresesi müderrisliğinde iken Fıkıh usûlünden Tavzîh’i tamamen, 1539’da yükseldiği dahil müderrisliği sırasında Edirne Üçşerefeli müderrisliği esnasında da Taftazânî’nin Telvîh’ini başından taksim-i evvel bahsine kadar, aynı yılın Ağustos’unda terfi ettiği Sahn müderrisliğinde Telvih’i Üç Şerefeli’de bıraktığı taksim-i evvelden mebâhis-i ahkâma kadar okuttuğu görülür. 1544’te buradan terfi ederek altmışlı medreselerden Edirne’de Sultan Bâyezid Medresesi müderrisliği sırasında, bu eseri yukarıda kaldığı yerden sonuna kadar tedris etmiştir. 1547’de ikinci defa Sahn-ı Seman müderrisliğine tayin edildiğinde ise Telvih’i baştan başlayarak taksim-i râbi’a kadar okutmuştur.

Müderrislik imtihanlarında da bu eserlerden sorulduğu görülür. Nitekim 1528’de Sahn-ı Seman müderrisliklerinden biri boşaldığında, bu müderrisliğe Sahn payesinde olan Edirne Darülhadisi müderrisi Üsküplü İshak ve Üçşerefeli müderrisi Çivizade Mehmed ve Bursa Sultaniye müderrisi İsrafilzade Fahreddin Efendiler talip olmuşlardı. Rumeli kazaskeri Fenarizade Muhyiddin ve Anadolu kazaskeri Kadri Efendilerin huzurlarında Ayasofya camiinde yapılan imtihanda diğer ilimler yanında fıkıh usûlünden Tavzih ve Telvih’ten “ta’n-ı râvî” bahsinden soru sorulmuştur. Fatih Sultan Mehmed de, medrese ve müderrislerle ilgili konulara çok dikkat eder; kelamdan Tavâli Şerhi’ne, usûl-i fıkıhtan Telvih ve Tavzih derslerine kadar okuyan istidatlı talebelerin defterini tutarak yanında saklar, müderrislik ve kadılık boşalınca bunlardan uygun olanını tayin ederdi.

Öğretisi

Sadrüşşerîa et-Tavzîh adlı eserinde, Debûsî-Serahsî-Pezdevî çizgisinde gelişip olgunlaşmış olan mütekaddimîn Hanefî usûlünü, müteahhirîn dönemi ilim anlayışına uygun olarak aklî ve felsefî ilkelere dayalı şekilde, felsefe-mantık diliyle yeniden ifade etmiştir. Böylelikle Hanefî usûlünün müteahhirîn devrini açmış, eserde usûl ilmi açısından birçok yeni ve orijinal düşünce ortaya koymuştur. Bu meyanda fıkıh ilminin yeni bir tarifini yapmış, ilim ve mevzu meselelerinde kendisine intikal eden hakim görüşlerin aksine bir ilmin mevzuunun birden fazla olamayacağını ve bir hususun birden fazla ilmin mevzuu olabileceğini benimsemiş ve bunu fıkıh usûlüne uygulamış, akıl meselesinde filozofların dört mertebeli akıl anlayışlarını usûle taşıyıp bu mertebelerden ikincisini teklifin dayanağı olarak kabul etmiş, hissî-şer’î fiiller ayırımında gelişmiş bir sistematik ortaya koymuştur. Hüsn-kubh meselesiyle ilgili olarak da “el-Mukaddimâtü’l-Erbaʻa” (Dört Mukaddime) başlıklı bir bölüm kaleme alarak insan fiillerinde iyilik ve kötülüğün temellerine, irade ve özgürlük problemine dair özgün bir inceleme ortaya koymuştur. Müellifin bu kısımda konuyla ilgili Mâturîdî tavrı destekleyip Eş’arî anlayışı eleştirdiği görülmektedir. Bu bölümle ilgili olarak Teftâzânî’nin et-Telvîh isimli hâşiyesinde Sadrüşşerîa’ya yönelttiği eleştiriler sonraki alimlerin yanısıra Fatih Sultan Mehmed’in de ilgisini çekmiş, Sultan evvelâ ilgili âlimlere birer risale yazmalarını emretmiş, sonra onları yazdıklarını yanlarında getirmelerini isteyerek saraya çağırıp mübahese ettirmiştir. Padişahın meseleyi tartışmaları için saraya davet ettiği âlimler şunlardır: Alâeddin Arabî (ö. 901/1496), Molla Hatibzade Muhyiddin Mehmed Efendi (ö. 903/1498), Hacı Hasanzade Mehmed b. Hasan (ö. 911/1505), Molla Lutfi (ö. 900/1495), Molla Abdülkerim (ö. 900), Molla Hasan b. Abdüssamed es-Samsûnî (ö. 891/1486), Molla Muslihuddin Mustafa Kestelî (ö. 901/1496). Molla Lutfi ile Molla Abdülkerim’in hâşiyeleri dışındaki hâşiyelerin kütüphanelerde pek çok yazması bulunmaktadır. Mukaddimât-ı Erbaa literatürü sonraki asırlarda da ulemânın ilgisini çekmeye devam etmiştir. Aralarında Abdülhakîm Siyâlkûtî, Kazâbâdî, Davud Karsî, Halil b. Mehmed el-Konevî el-Akvirânî, Hafîd en-Nisârî Mehmed b. Abdullah el-Kayserî, Konevî İsmail Efendi ve Mekkî Mehmed Efendi’nin de bulunduğu âlimler, bu konuda risaleler kaleme almışlardır.

Öne Çıkan Eserleri

  • Tenkîhu’l-Usûl ve et-Tavzîh: Fahrülislâm el-Pezdevî’nin Kenzü’l-Vüsûl adlı eseri esas alınarak hazırlanan Tenkîhu’l-Usûl’de Fahreddin er-Râzî’nin el-Mahsûl’ü ile İbnü’l-Hâcib’in el-Muhtasar’ındaki konuların özeti verilmiş ve bir bakıma Hanefî ve mütekellimîn metotları meczedilmiştir. Müellif daha sonra bu eserini et-Tavzîh fî Halli Gavâmizi’t-Tenkîh adıyla şerhederek birçok konuda kendi görüşlerini ortaya koymuştur. Kendisinden sonraki usûl düşüncesini derinden etkileyen bu çalışma medreselerin temel kitapları arasında yer almış, üzerine birçok şerh, hâşiye ve ta‘lik yazılmıştır. Bunların en meşhuru Sa‘deddin et-Teftazânî’nin et-Telvîh ilâ Keşfi Hakâiki’t-Tenkîh’idir.

  • Şerhu’l-Vikâye ve en-Nukaye: Müellifin lakabıyla özdeşleşip “Sadrü’ş-şerîa” olarak da anılan bu eser, dedesi Burhânüşşerîa Mahmûd’un kendisi için kaleme aldığı ve Hanefî mezhebinde dört muteber fıkıh metninden biri kabul edilen Vikâyetü’r-rivâye’nin en meşhur şerhidir. Sadrüşşerîa daha önce en-Nukâye adıyla ihtisar ettiği bu eseri oğlu Mahmûd’un isteği üzerine şerhetmeye başlamış, ancak onun vefatından sonra Safer 743’te (Temmuz 1342) tamamlayabilmiştir. Medreselerde okutulan temel eserlerden biri haline gelen şerh üzerine pek çok hâşiye, ta‘lik ve risâle yazılmıştır.

  • Ta’dîlü’l-Ulûm ve Şerhu Ta’dîli’l-Ulûm: Müellif önce mantık, kelâm ve astronomi ilimlerini kapsayan ansiklopedik bir metin yazmış, ardından bunu şerhetmiştir. Eser müellifin mantık, kelâm ve astronomi alanlarındaki mevcut anlayışlara eleştirilerini ve kişisel görüşlerini içerir. Sadrüşşerîa’nın, mukaddimede mantık ve kelâm ilimlerini ele alıp bu ilimlerde düzeltmeler yaptıktan sonra diğer aklî ve naklî ilimleri incelemeyi düşündüğünü belirtmesinden eserin tamamlanmamış olduğu anlaşılmaktadır. Taşköprizâde, Sadrüşşerîa’nın bu eserinde öncekilerin ve sonrakilerin halletmekten âciz kaldıkları birçok meseleyi açıkladığını, mantık bölümünde eski mantıkçıların açmaza düştüğü birçok kapalı konuyu açıklığa kavuşturduğunu söylerek mantık ilminde son noktaya ulaşmak isteyen kimselere bu bölümü okumalarını tavsiye eder. Müellif eserin kelamla ilgili kısmını, her biri Fatiha suresinin bir ayetine tekabül edecek şekilde yedi bölüm halinde telif etmiştir.

  • el-Vişâh fî Zabti Meʻâkıdi’l-Miftâh

  • Taʻlîkât ʻale’l-Miftâh

  • Risâle fî ʻİlmi’l-ʻArûz

  • Risâletü Te’vîli Kıssati Yûsuf

  • Şerhu’l-Fusûli’l-Hamsîn

    Kaynak: İslam Düşünce Atlası
    Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu