Hayatı
Necmeddîn-i Dâye olarak bilinen Kübrevî şeyhi Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Şâhâver b. Enûşirvân b. Ebî Necîb el-Esedî er-Râzî 573/1177 yılında Rey’de dünyaya geldi. “Necm” lakabını şiirlerinde kullandığı mahlastan ötürü; Farsça dadı veya sütanne anlamına gelen “Dâye” lakabını ise başyapıtı Mirsâdü’l-‘ibâd’da kullandığı süt alegorisine binaen aldığı düşünülmektedir. Hayatıyla ilgili çok fazla bilgi bulunmamakla birlikte ilim tahsili için 599/1202 yılında memleketinden ayrıldığı bilinmektedir. Şam üzerinden giderek bir müddet tahsilini Mısır’da yaptıktan sonra 600/1203 yılında hac farizasını yerine getirmek için Hicaz’a gitti. Oradan Bağdat’a geçerek Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer es-Sühreverdî’yla (ö. 632/1234) tanıştı ve ondan sohbet hırkasını giydi. 601/1204 yılında irşad görevini yerine getirmek için Horasan’a gönderildi. Bir müddet burada hadis ve tefsir tahsili aldıktan sonra Hârizm’de bulunan Kübreviyye tarikatının pirî Necmeddîn-i Kübrâ’ya (ö. 618/1221) intisab etmek için Hârizm’e geçti. Necmeddîn-i Kübrâ, Dâye’nin eğitimiyle ünlü halifesi Mecdüddîn-i Bağdâdî’yi (616/1219) görevlendirdi. Dâye’nin Bağdâdî’nin yanında kısa bir süre içinde seyr-i sülûkünü tamamladığı anlaşılmaktadır. Çünkü 606/1209 yılında Hârizm bölgesinde çıkan birtakım siyasi anlaşmazlıklardan ötürü Mecdüddîn Bağdâdî Hârizm Şâhı Alâeddîn Muhammed tarafından idama çarptırıldığında Dâye’nin o sırada kendi öğrencilerinin olduğu bilinmektedir.
Bağdâdî’nin idamıyla birlikte Hârizm bölgesinde sûfîlere yönelik başlatılan olumsuz politikalara Moğol tehlikesi de eklenince Dâye etrafındaki müridlerle birlikte Rey’e döndü (614/1217). Kısa bir müddet sonra Hârizmşahlar devleti Moğollar tarafından tamamen yıkıldı (615/1218). Moğolların bölgede hakimiyetlerini genişletmesi neticesinde Dâye önce Hemedân’a (617/1220), sonrasında ailesi ve yakın derviş çevresini beraberinde alarak Anadolu’ya geçti. Erbil-Musul yolu üzerinden Malatya’ya varan Dâye, burada Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh’ın I. Alâeddîn Keykûbâd’ın tahta çıkışını kutlamak için elçi olarak gönderilen hocası Şihâbüddîn Sühreverdî ile karşılaştı ve ona Anadolu’ya gelmeden önce yazmaya başladığı tasavvufun neredeyse bütün konularını ihtiva eden Mirsâdü’l-‘ibâd adlı eserini gösterdi. Eseri onaylayan Sühreverdî Dâye’ye birtakım tavsiyelerde bulunup eserini Alâeddîn Keykûbâd’a sunması için tavsiye mektubu da yazdı (618/1221). Her ne kadar kaynaklarda Alâeddîn Keykûbâd’ın eseri beğenip Dâye’ye teveccüh gösterdiği kaydedilse de Dâye’nin beklediği ilgiliyi alamadığı anlaşılmaktadır (620/1223). Çünkü aradan bir sene geçtikten sonra Erzincan’da Mengücek Emiri Alâeddîn Dâvûd Şâh’a Mermûzât-ı Esedî der Mezmûrât-ı Dâvûdî adlı sûfî siyasetnâme niteliği taşıyan eserini takdim etti. Dâvûd Şâh’tan da istediği ilgiyi alamayınca Dâye Bağdat’a yerleşmeye karar verdi. Ancak Bağdat’a geçmeden önce Ermenistan, Azerbaycan, Tiflis, Erivan, Irak, İran, Hûzistan ve diğer Arap ve Acem şehirlerini dolaşarak pek çok âlim ve şeyhle tanıştığı kaydedilmektedir. Ömrünün son otuz senesini Bağdat’ta irşad ve telif faaliyetleriyle geçiren Dâye tasavvufî makamları ele alan Arapça eseri Mernârâtü’s-Sâirîn’i ve işârî tefsir literatürü için büyük önem taşıyan Bahru’l-hakâik adlı tefsirini burada yazdı. Ancak tefsirini tamamlayamadan 624/1256 yılında vefat etti ve kaynaklara göre Bağdat’ın ünlü sûfî mezarlığı olan Şenûziyye’ye Cüneyd-i Bağdâdi ve Serî es-Sekatî’nin yanına defnedildi.
Her ne kadar “Dâye” lakabı dolayısıyla çok sayıda mürid yetiştirdiği düşünülse de kaynaklarda Deymûnî isimli öğrencisi dışında müridlerine dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Bundan ötürü Dâye’nin Kübreviyye tarikatı açısından etkinliğinin silsilesinden ziyade daha çok eserleri üzerinden olduğu söylenebilir.
Öğretisi
Necmeddîn-i Dâye eserlerinde kendisinden önceki birikimi kullanarak varlık, bilgi, ahlâk ve siyasete yönelik bütüncül düşüncesini sûfî bir bakış açısıyla sunmuştur. Düşüncesinde başta hocası Necmeddîn Kübrâ ve Şihabüddîn Sühreverdî ve onlar üzerinden gelen Cüneyd-i Bağdadî etkisi görülmektedir. Örneğin Dâye, Kübrâ’nın meşhur tarîk-i ahyâr, tarîk-i ebrâr ve tarîk-i şüttâr olarak özetlediği ayrımı yansıttığı gibi varlık ve bilgi düşüncesine Gazzâlî’deki benzer üçlü ve dörtlü dereceli ayrımlara da başvurmuştur. Yine kavramsal olarak eserlerine yansımamasına rağmen fütüvvet anlayışına benzer, mesleklere dayalı, bir yetkinleşme fikrinin arka planında hocası Şihâbüddîn es-Sühreverdî olduğu düşünülebilir. Bunun yanı sıra varlık ve bilgi düşüncesinde kavramsal olarak kullanılmasa da İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışının etkisi görülmektedir. Çünkü bu görüşün temel unsurları olan zuhûr, tecelli, merâtib, nûr-i Muhammedî, insân-ı kâmil ve -zımnî de olsa- ayân-ı sâbite gibi anlayışların tamamına eserlerinde rastlanmaktadır.
Dâye’nin özgünlüğüne gelince, onun yaratılışın başı ve sonu, maksadı, bilginin imkânı ve kategorileri, ahlâki yetkinlik ve yöntemleri, ahlâki dönüşümlerin toplumun farklı tabaklarına yansıması gibi pek çok konuyu farklı seviyelerdeki okurların anlayabileceği bir dille aktarmasında olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra çoğu eserlerini Farsça yazdığı için Arapçanın henüz yaygın olmadığı Anadolu, Hint alt kıtası ve Çin topraklarında tasavvuf düşüncesinin yayılmasına vesile olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca vefatından sonra modern öncesi dönemde eserlerinin pek çok defa Türkçe ve Çinceye; modern sonrası dönemde ise İngilizceye çevrilmesi onun önemini uzun süre boyunca koruduğunu göstermektedir.
Varlık Düşüncesi
Her ne kadar Dâye’nin ontolojide vahdet-i vücûd anlayışını benimsediğini görmüş olsak da onun varlık hiyerarşisini anlatırken kendine özgü bir sıralama takip ettiği anlaşılmaktadır. Buna göre her şey Allah’ın “kün/ol” emriyle meydana gelmiştir ve mevcutların ilki ve melekût âleminin menşei insanın -yani Hz. Peygamber’in- ruhudur. Melekût âleminden ise sonrasında mülk âlemi meydana gelmiştir. Allah ehâdiyet nuruyla nûr-i Muhammed’e baktıktan ondan nebilerin ruhlarının nuru ortaya çıkmıştır. Sonrasında sırasıyla nebilerin ruhlarının nurlarından velilerin ruhları; velilerin ruhlarının nurundan müminlerin nurları; müminlerin ruhlarından âsilerin ruhları; âsilerin ruhlarından münafık ve kafirlerin ruhları yaratılmıştır. İnsani ruhların nurundan melekî ruhlar; melekî ruhlardan cinlerin ruhları; cinlerin ruhlarından şeytan ve iblislerin ruhları mertebelerinin ve hâllerinin farklılığı esasında yaratılmıştır. Bunların ruhlarının tortularından ise çeşitli hayvanların ruhları yaratılmıştır. Daha sonra ise çeşitli melekûtîler, nefisler, bitkiler, madenler, mürekkeb ve müfred unsurlar yaratılmıştır. Dâye bu letafetten kesafete doğru ilerleyen varlık hiyerarşisini şekercinin şeker kamışından şeker meydana getirmesine benzetmektedir (Mirsâdü’l-‘ibâd, s. 39-40).
Bilgi Teorisi
Dâye yaratılışın gayesinin Hakk’ın marifeti olduğunu söyleyerek tasavvufun ontolojiyi bilginin konusu haline getirdiğini vurgulamıştır. Bundan ötürü tasavvufta varlık ile bilgi konularının iç içe geçmiş ve birbirini belirlemiş mahiyette olduklarını söyleyebiliriz. Dâye’ye göre yaratılmışların gayesinin insan olması, insanın da var oluş sebebinin “marifet emanetini yüklenmiş olması” insanı bütün varlıklar arasında seçkin bir konuma getirmektedir. Çünkü marifete sahip kişi insân-ı kâmil olur ve Allah’ın sıfatlarının tecelligâhı haline gelir. Dolayısıyla insan, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlandığını doğrultusunda bilgisi-marifeti artar ve değer kazanır. Bundan ötürü de bilgide mertebeler ve bu mertebelerin temsilcileri bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla avâmın mertebesi olan havf makamı “marifet-i aklî”; müminlerin hâssının mertebesi olan istiğfar makamı “marifet-i sünnetî”; havâsın mertebesi olan tehlîl makamı “marifet-i nazarî” ve son olarak zikir ehlinin bulunduğu hâssu’l-hâs makamı "marifet-i şuhûdî”. İnsanın kıymeti ve önemi bu mertebede ortaya çıkmaktadır, çünkü sadece insan bu seviyeye ulaşabilir. Melekler latîf varlıklar olduğu için bu seviyeyi kaldıramaz, hayvanât ve cemâdâta ise ulûhiyyet sıfatlarının tecellisinin nurlarının idrakini sağlayan beş müdrike olan akıl, kalb, sırr, ruh ve hafî verilmediği için onlar da marifete ulaşamaz. Bu şekilde insan riyazât ve kalbini çeşitli hastalıklardan iyileştirdiği zaman en üstün bilgiye-marifete nail olmuş olur ve varlık hiyerarşisinde değeri artar.
Ahlâk ve Siyaset Düşüncesi
Dâye’nin siyaset düşüncesinin varlık ve bilgi anlayışından bağımsız değerlendirilemeyeceği anlaşılmaktadır. Sözgelimi onun Hakikat-i Muhammediyye ile başlayan ve mülk ile melekût âlemini içinde barındıran dereceli varlık anlayışı toplum yapısında kendisini hiyerarşik bir nizam içinde izhar etmiştir. Buna göre toplumun başında bir melik bulunur, ondan sonra vezir gelir. Sonrasında fakihler, zikir ehli ve ulemâ sınıfı yer alır. Onları nimet ve mal ehli, toprak sahipleri ve tarım ehli, ticaret ehli, zanaat ehli ve esnaf takip eder. Söz konusu hiyerarşik yapının efdaliyetten ziyade, her bir unsurun gerekliliği ve vazgeçilmez önemine vurgu yapan organizmacı bir devlet tasavvuruyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre her toplumda bir iş bölümünün olması ve orada yaşayan her bir insanın belirli bir fonksiyonun olması gerektiği kabul edilmiştir. İnsanların kendi görevlerini yerine getirmesi de onların Allah’a giden yolları olarak telakki edilmiştir. Bundan ötürü insanlardan sadece bir iş ahlâkı beklenmez aynı zamana ahlâki bir yetkinleşme süreci içinde varoluş gayeleri olan marifetullaha ulaşmaları da beklenmektedir. Nitekim Dâye bu perspektifini, meslekleri tasavvufun “Allah’a giden yollar, kulların nefesleri adedincedir.” mottosu ile bağdaştırmak suretiyle, toplumun her bir tâifesinin seyr-i sülûke konu olabileceğini kabul etmiştir. Bu şekilde Dâye her bir tâifenin sülûkünü anlatarak, ferdî ve toplumsal yetkinleşmeyi birbiriyle mümkün ve iç içe geçmiş süreçler olarak görmektedir.
Öne Çıkan Eserleri
-
Mirsâdü’l-‘İbâd Mine’l-Mebde’ ile’l-Me‘âd: thk. Muhammed Emin Riyahi, İntişarat-ı İlmi ve Ferhengi, Tahran 1986.
-
Bahru’l-Hakâik ve’l-Me‘ânî fî Tefsîri’s-Seb‘i’l-Mesânî: tsh. Muhammed Rıza Muvahhidi, Müessese-i Pejuheş-i Hikmet ve Felsefe-i İran [Iranian Institute of Philosophy], Tahran 1392.
-
Menârâtü’s-Sâirîn illallah ve Makâmâtü’t-Tâirin billâh: thk. Saîd Abdülfettah, el-Hey'etü'l-Mısriyyetü'l-Âmme li'l-Kitâb, Kahire 1999.
-
Mermûzât-ı Esedî der Mezmûrât-ı Dâvûdî: Müessese-i Mütalaat-ı İslami Danişgah-ı McGill Şube-i Tahran, Tahran 1974.
-
Risâle-i Akl u Işk: nşr. Hamîd Hamîd, Tahran 1344/1965.
-
Risâletu’t-Tuyûr: trc. Derya Örs, İslâm Felsefesi’nde Sembolik Hikayeler I içinde, İstanbul 1997.
-
Şerhu Kavli’ş-Şeyh Ebi’l-Hasan el-Harakânî: Süleymâniye Ktp., Cârullah Efendi, nr. 2114.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu