Hayatı

600/1204 yılının Receb ayında Kazvin’de doğduğu rivayet edilmektedir ki Kazvînî nisbesi de buradan gelmektedir. Yazma nüshalardaki bazı kayıtlardan hareketle onun felsefe alanındaki ilk faaliyetleri olarak hocası Ebherî’nin bazı eserlerini 627/1230 tarihinde istinsah ettiği ve yine aynı yılda ona okuduğunu öğreniyoruz. Kâtibî, dönemin ilim anlayışına uygun olarak astronomi tahsili de görmüştür. O, bu alanda birçok eseri olan hocası Ebherî’den istifade etmiştir. Kâtibî’nin teorik tıp alanında da belli bir yetkinliğe sahip olduğunu söylemek mümkündür. Batınî fitnesinin devam ettiği, Moğolların Kazvin, Hemedan gibi orta İran şehirlerine girdiği bir dönemde yetişen Kâtibî, Ebherî’nin öğrencisi olmasından sonra muhtelif şehirlerde müderrislik yapmıştır. Bilindiği kadarıyla Kazvin’de ders okutan Kâtibî’nin buradaki ders halkası, dönemin seçkin isimlerinin birleşme yeriydi.

Kâtibî’nin uğradığı diğer önemli bir durak Meraga kenti olmuştur. Hülagü’nün Bağdat’ı işgalinden (656/1258) sonra Tûsî’nin, Meraga’da kurduğu rasathanede gözlemler yapmak ve yeni bir astronomi cetveli hazırlamak için Meraga’ya davet edilen devrin tanınan astronomi bilginleri arasında Kâtibî de bulunmaktadır. Birçok kaynakta Şâfiî fakihi olarak nitelenen Kâtibî ile ilgili bu bilgi, öğrencisi Allâme Hillî’nin sözleriyle sübût bulmaktadır. İslâm düşünce tarihinin dinamik bir döneminde yaşayan Kâtibî’nin etrafında oldukça önemli bilginler vardı. Onun Ebherî’nin öğrencisi olmasının yanında Tûsî ile çalışması, diğer yandan İbn Kemmûne ile görüşmesi, Kutbuddin eş-Şîrâzî ve İbn Mutahhar el-Hillî’ye hocalık etmesi bu durumu gösteren örneklerdir.

Öğretisi

İbn Sînâ’nın vefatından itibaren onun felsefesi bir yandan takipçileri, diğer yandan eleştirenler tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Öte yandan kelam, tasavvuf ve İşrâkî felsefe ile İbn Sînâ felsefesi arasında terkip yapma gayretleri, İbn Sînâ düşüncesinin farklı çizgilerde tezahürüne yol açmıştır. Ancak bu çizgiler içinde bir yaklaşımın ön plana çıktığını söylemek mümkündür. Bu yaklaşım, temellerini Gazzâlî’de gördüğümüz ve Fahreddin Râzî ile sistemleşen çizgidir. Bu çizgide Fahreddin Râzî, hem eserleri hem de hoca-talebe ilişkisine dayalı geleneksel okuma yöntemi ve bunun somut hali olan icazetnâmelerdeki yeri itibariyle bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Kâtibî bu icazetnâmelerdeki silsilede Râzî sonrasında oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Kâtibî’nin Osmanlı düşüncesi üzerindeki etkisinin izlerini kitaplarının müfredata girmesinin yanı sıra medreselerde eğitim görmüş ulemaya verilen icazetnâmelerden de takip etmek mümkündür. Bu icazetnâmelerde aklî ilimlerdeki hoca zincirinin Cürcânî yoluyla Kâtibî’ye, ondan da Râzî kanalıyla Gazzâlî’ye varması, Kâtibî’nin bu gelenekteki yerini ortaya koyması bakımından önemli ipuçları sunmaktadır. Kâtibî’nin İran coğrafyasında da büyük bir etkiye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Kâtibî’nin eserleri, öğrencileri Hillî ve Kutbuddin Şîrâzî yoluyla İran’da etkili olmuştur ve bu etki haşiyelerin önemli bir kısmının burada telif edilmesiyle tebarüz etmiştir.

Mantık ilmi çerçevesinde bakıldığında Osmanlı medreselerinde okutulan eserler arasında Kâtibî’nin eş-Şemsiyye’sinin önemli bir kaynak olduğu görülür. Kâtibî’nin eş-Şemsiyye’si iktisadın orta rütbesinde okutulan bir metindi. Bu eserin şerhi olan Kutbuddin Râzî’nin Tahrîrü’l-kavâidi’l-mantıkiyye’si de Osmanlı medreselerinde en çok okutulan ve müracaat edilen eserler arasındadır. İbn Sînâ felsefesi klasik bir özetini Ebherî’nin Hidâyetü’l-hikme adlı kapsamlı ders kitabında bulmuş, hatta Kâtibî’nin Hikmetü’l-‘ayn’ı da Hidâyetü’l-hikme’nin popülaritesiyle yarışmıştır. Osmanlı medreselerindeki felsefe derslerinde başlangıç ve orta seviyelerde Hidâyetü’l-hikme ve şerhleri okutulurken Hikmetü’l-‘ayn orta seviyede okutulan bir kitaptı.   

Râzî’nin meseleleri kendine has bir tasnife tabi tutması, delilleri serdeden yöntemi kendisinden sonra hâkim bir üslûba dönüşmüştür. Kâtibî de bu mirası devralan Râzî sonrası düşünürlerden biridir. Onun Râzî’nin el-Mülahhas ve el-Muhassal adlı eserlerine yazdığı şerhler, Râzî düşüncesine olan ilgisini göstermekle kalmamış, özellikle el-Mülahhas şerhi el-Münassas’taki bahs adâbı ve münazara ilkelerinin bir metinde uygulanmış en yetkin formlarından biri olmuştur. Kâtibî İslâm düşünce tarihindeki en yetkin mantık metinlerinden biri olan er-Risâletü’ş-Şemsiyye’yi kaleme almasının yanında Hikmetü’l-ayn gibi muhtasar, ancak zor bir felsefî metnin de sahibidir. Metnin zorluğu, sadece Râzî sonrasındaki birçok eserde görülen delillerin serdedilmesi yöntemine göre yazılmasında değildir. Râzî’nin eserlerinin hemen hemen tümünden daha özlü bir şekilde yazılan Hikmetü’l-ayn, bu özelliğiyle müellifin meramının çok zor anlaşıldığı bir vecheye sahiptir. Bu durum esere birçok şerh ve hâşiyenin yazılmasını gerekli kılmıştır.

Kâtibî, Hikmetü’l-ayn’da bir konudaki tüm delilleri serdetmez, aksine konular en güçlü ve en tartışılan deliller üzerinden tahlil edilir. Bir konudaki delilleri takrir eden Kâtibî, daha sonra o konuyu muhkemleştiren delillerin zaaflarını takrir eder ve âdeta savunduğu delili çürütmeye çalışır. İlk bakışta çok çelişik bir tavrı ihsas ettiren ve kökleri Râzî’de olan bu yaklaşım, yukarıda belirtilen zorlukla ne demek istediğimizi göstermektedir. Kâtibî için en önemli kriter, meselelerin mantıkî olarak en tutarlı ve itiraz edilemeyecek olan delillere dayanmasıdır. Bu, özellikle metafizik meselerde ne kadar mümkündür? Kâtibî burhânî yöntemin metafiziğe uygulanabilirliğinde kuşku duymamaktadır. En azından eserlerinde böyle bir ifade yoktur. Aksine o, mesela el-Muhassal şerhinde ve el-Me‘âlim’e yazdığı talikatta nazar ve bahs yönteminin geçerli olmadığı konulara iltifat etmemiştir. Bu, Kâtibî’nin düşünce sisteminde mantığın ne kadar merkezi bir yer tuttuğunu göstermektedir ki er-Risâletü’ş-Şemsiyye adlı eseri, her yönüyle bunun en güzel kanıtıdır. Kâtibî er-Risâletü’ş-Şemsiyye’de de bahsedilen cedelî tavırdan uzak, her kavram ve meselenin sınırını çizerken üslubu, bu eserin pedagojik bir gayeyle yazıldığı izlenimini vermektedir. Hayattayken mantık eserlerini öğrencilerine okutan Kâtibî muhtemelen bu eğitim sürecinde beliren ihtiyaçları dikkate alarak ders kitabı yazmaya yönelmiştir.

Varlık Düşüncesi ve Metafiziği

Kâtibî, metafizik için farklı kavramlara yer vermemiş ve İbn Sînâ’nın daha çok tercih ettiği bir terim olarak ilm-i ilâhî kavramını kullanmıştır. el-Mülahhas şerhinde ikinci akledilirlerin var olup olmamaları bakımından mantıkta değil, metafizikte ele alındığını söylerken bir yerde felsefe-i ûlâ ifadesine yer verir. Ancak burada da bu kavram ile metafizik değil, temel ontolojik kavramların ele alındığı küllî ilim denilen bölüm kastedilmektedir. Câmiü’d-dekâik adlı eserinde derece bakımından en üstün olanlara hakiki ilimler (el-ulûmu’l-hakîkıyye) diyen Kâtibî, bunlar arasında ilm-i ilâhîyi “hakikati ortaya çıkaran, kesin delilleri araştıran ve bu sayede Allah’ın aşkınlığını, büyüklüğünü anlamaya, yüce isimlerini kavramaya götüren bir ilim” olarak tarif etmektedir. Burada ilm-i ilâhî, kesin delilleri araştıran ifadesinden de anlaşılacağı gibi teolojiden daha geniş bir kapsama sahiptir.

Metafiziğin (ilm-i ilâhî) konusu da konuların en geneli olan varlık olması bakımından varlıktır. Metafiziğin konusu varlık olması bakımından varlık ise metafizikte varlığa ilişen zatî arazların incelenmesi gerekir. Öyleyse burada “Varlığa arız olan ve metafiziğin de konusunu oluşturan bu haller hangi bakımdan varlığa ilişmiştir?” sorusu ehemmiyet arzetmektedir. Zira mantığın konusuyla ilgili olarak da işaret edildiği gibi özsel ilintiler incelendiği şeye özü bakımından eklendiği gibi onun bir parçası ya da ona denk olabilmektedirler. Öyleyse metafiziğin konusunu mutlak varlık olarak belirlediğimizde ona arız olan hallerin varlığa nasıl arız olduğunu ortaya koymak gerekmektedir. Zira metafizikte varlık kavramı mahiyet, birlik, çokluk, zorunluluk, imkan gibi kavramlar etrafında incelenmektedir. Kâtibî mantık eserlerinde varlığa ilişen arazların ona nasıl iliştiklerini, yani ona özü bakımından mı, onun bir parçası olarak mı yoksa ona denk (müsâvi) olması bakımından mı arız oldukları noktasında bir şey söylememektedir. Onun bu konuda özlü bir şekilde dile getirdiği fikirlerini umûr-ı âmme kavramını tahlil ederken görmekteyiz. Buna göre varlığa arız olan haller umûr-ı âmme incelemesinin de seyrini belirlemektedir.

Bilgi Teorisi

Kâtibî mantık eserlerine mantığın tanımı, konusu, amacı gibi bahislere dair bir girişle başlamaktadır. Kâtibî, mantığı bir alet ilmi olarak tasavvur etmektedir. Ona göre mantık doğru düşünmenin kanun ve kurallarını öğreten, bunlara riayet edildiğinde zihni düşünme noktasında hataya düşmekten koruyan bir alet ilmidir. Düşünmeye bağlı bilginin elde edilmesinde ve yetkinleşmenin kazanılmasında mantık temel bir işleve sahiptir. Mantık bu işlevini bilinen kavram ve yargılardan yola çıkarak bilinmeyenlerin bilgisinin elde edilmesine yardım etmek sûretiyle yerine getirir. İnsanın bilgisine konu olan ve öğrendiği şeylerin çoğu, çaba gerektiren bir kazanımla (husûlî) sağlanmaktadır. Bu da bilinmeyenin, bilinir hale gelmesiyle gerçekleşir. Önceden bilinen kavram ve yargılardan sonradan kazanılan kavram ve yargılara geçiş, tanım ve kanıtlama ile yapıldığından mantık, geçerli tanımlama ve kanıtlamanın kurallarını inceler ve ortaya koyar. İnsan bazen bir konu hakkında kendiliğinden doğru bir tanımlama ve kanıtlama yapabilse de bu, her zaman ve her konuda böyle olacağı anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı düşünce ekollerinde ortaya çıkan ayrılık ve çelişkiler olmazdı, ayrıca bir insan kendisiyle de çelişkiye düşmezdi. Ancak bu durum mantık sanatını elde etse de kişinin hataya düşmeyeceği anlamına gelmez. Bazen insanlar mantık bildiği halde, mesela onu gereği gibi kullanmamak veya ihmal etmek sûretiyle yanlışa ve çelişkiye düşebilir. Ancak bu durum mantığa değil, o kişiye bağlanmalıdır. O halde arizî ve tesadüfî olarak elde edilenlerin ötesinde sistemli ve doğru bir bilgiye ulaşabilmek ancak mantıkla mümkündür.

İslâm düşünce geleneğinde muhtelif bilgi tasnifleri vardır. Kâtibî’nin bilginin mahiyetiyle ilgili benimsediği tasnife göre bilgi, kazanım yoluyla elde edilen (kesbî/nazarî) ve bilinen bir istidlale dayanmaksızın ulaşılan bilgi (bedihî) olarak ikiye ayrılır. Ya da diğer bir taksimle bir şeyi dış dünyada bulduktan sonra mahiyetini elde ettiğimiz bilgi (infialî) ve bilinen, bilinen olmadan önce de bulunan (fiilî) olmak üzere ikiye ayrılır. İster kazanım yoluyla olsun ister bedihî olsun insanın sahip olduğu bilgiler tasavvur ve tasdiklerden oluşur. Mantık ilminin konusu da bu tasavvur ve tasdiklerin bilinenleridir. Belli kurallara riayet ederek bilinen tasavvur ve tasdiklerden bilinmeyenelere ulaşmak nazar ya da fikir denilen zihnî bir işlem yoluyla gerçekleşir. Nazar, istidlal ve fikir kavramlarını el-Muhassal’da eş anlamlı olarak kullanan Râzî’ye göre ise nazar “başka hükümlere ulaşmak için birtakım önermeleri düzenlemektir.” Kâtibî, Râzî’nin bu tanımını eksik bularak eş-Şemsiyye’de bu tanıma bazı ilavelerde bulunmuştur. Kâtibî, Râzî’nin tanımındaki tasdik kelimesi yerine şeyleri (umûr) önererek tasavvur kelimesini de tarife eklemek gerektiğini söylemektedir. Aksi takdirde ona göre tasavvurlar istidlal (nazar) dışı kalacaktır. Kâtibî böyle bir tarifle tasavvurları da nazar kapsamına dâhil etmiş olmaktadır. Kâtibî, nazar kavramının tarifinde dört illete dayalı bir açıklama yapmaktadır. Bu tarifte tasavvur ve tasdikler (umûr) terkip ve telifin kendisinde gerçekleştiği maddî illete karşılık gelmektedir. Tasavvur ve tasdikleri düzenleme (tertîb), düzenleyici olmadan gerçekleşemeyeceğine göre bu tarifte fail illet zımnen yer almaktadır. Sûrî illet, tasavvur ve tasdiklerin düzenlenmesinden sonra hâsıl olacak yapının karşılığıdır. Gâî illet ise “ulaşmak için (li-yütevassale-li’t-teeddî)” ifadesinde dile getirildiği gibi başka hükümleri elde etme amacına tekabül etmektedir.

Kâtibî kesinlik bildiren önermeler hakkındaki görüşlerini mantık eserlerinin burhân bölümünde ve el-Muhassal şerhinin başlangıç bilgileri kısmında kaleme almıştır. Kıyasın maddeleri olarak da bilinen bu önermeler evveliyyât, fıtriyyât, hadsiyyât, mücerrebât, mütevatirât ve müşahedât olarak bilinen öncüllerdir. Kâtibî eş-Şemsiyye ve Câmiü’d-dekâik’te altı olarak belirlediği zorunlu yakinî önermelerin dışında yakinî olmayan önermeleri de altıyla sınırlandırmıştır. Meşhûrât, müsellemât, makbûlât, maznûnât, muhayyelât ve vehmiyyâttan oluşan yakinî olmayan önermeler burhânî bilgi istintac etmez. Bu sebeple bunlardan nazarî bilgi çıkamayacağı için metafiziğin alanına girmeleri söz konusu değildir.

Kanunlarına riayet edildiğinde insanı düşünme noktasında hatadan koruyan mantık, nihai anlamda burhânî önermelerin nasıl elde edileceğini sunan bir alet ilmidir. Onun alet olması teorik bilimlerin, özellikle de metafiziğin yüce hakikatlerine ulaştırması içindir. Öyleyse mantıkta ortaya konulan yakinî önermeler metafizikle ilgili olarak bize bilgi etme imkanı sunmaktadır ve metafizik yapmak için tahsili zorunludur.

Öne Çıkan Eserleri

  • er-Risâletü’ş-Şemsiyye fi’l-Kavâidi’l-Mantıkiyye: thk. Muhsin Bîdârfer, İntişârât-ı Bîdâr, Kum 1426/2005.

  • Şerhu Keşfi’l-Esrâr ‘an Gavâmizi’l-Efkâr: Carullah, nr. 1418.

  • Aynü’l-Kavâid fi’l-Mantık: Ragıp Paşa, nr. 1481.

  • Bahrü’l-Fevâid fî Şerhi Ayni’l-Kavâid: Ragıp Paşa, nr. 1481.

  • Câmiu’d-Dekâik fî Keşfi’l-Hakâik: Bibliotheque Nationale, nr. 2370; Hacı Beşir Ağa, nr. 418; Carullah Efendi, nr. 1351; Fatih, nr. 3244; Karaçelebizâde, nr. 248; Fazıl Ahmet Paşa, nr. 1612.

  • Mutârahât Mantıkıyye beyne’l-Kâtibî ve‘t-Tûsî: nşr. Nûrânî, “Mutârahât Mantıkıyye beyne’l-Kâtibî ve’t-Tûsî”, s. 277-286.

  • Fevâid fi’l-Mantık. Fazıl Ahmed Paşa, nr. 1612.

  • Hikmetü’l-Ayn: thk. Abbâs Sadrî, Encümen-i Âsâr ve Mefâhir-i Ferhengi, Tahran 2005.

  • el-Münassas fî Şerhi’l-Mülahhas: Şehit Ali Paşa, nr. 1680.

  • el-Mufassal fî Şerhi’l-Muhassal: Damat İbrahim Paşa, nr. 861; Süleymaniye, nr. 782.

  • Risâle Teştemilu alâ Es’ile Evredehâ alâ Kitâbi’l-Meâlim: nşr. Reza Pourjavady, Sabine Schmidtke, Critical Remarks by Najm al-Dîn al-Kátibî on the Kitáb al-Ma‘álim by Fakhr al-Dîn al-Rázî, Together with the Commentaries by Izz al-Dawla Ibn Kammùna, Iranian Institute of Philosophy, Institute of Islamic Studies Free University of Berlin, Tahran 2007

  • Risâle fî Burhâni İsbâti’l-Vâcib: nşr. Rubio Luciano, “Una controversia del siglo XIII sobre el valor de la prueba de la existencia del Ser necessario”, Fuat Sezgin, Nasiraddin el-Tûsî and Najmaddin al-Kâtibî: Texts and Studies Collected and Reprinted içinde, Institut für Geschicte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt am Main 2000.

  • Risâle fî Cevâbi’l-İ‘tiraz li-Nasiriddîn et-Tûsî: nşr. Rubio Luciano, “Una controversia del siglo XIII sobre el valor de la prueba de la existencia del Ser necessario”, Fuat Sezgin, Nasiraddin el-Tûsî and Najmaddin al-Kâtibî: Texts and Studies Collected and Reprinted içinde, Institut für Geschicte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt am Main 2000.

  • Cevâmiü’l-Lezze: nşr. A. Mustafa Abdülbedi, Dârü’l-Beyâni’l-Arabî, Kahire 2002.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu