Hayatı
860/1456’da Amasya’da dünyaya gelen Abdurrahman Efendi, Alâeddin Ali Çelebi’nin oğludur. Babası ise şehrin önde gelen ailelerinden Dîriklizadelere mensup Kâzerûniyye tarikatı şeyhi Şemseddîn Müeyyed Çelebi’nin oğludur. Bu sebeple dedesine atıfla Müeyyedzâde nisbesini almıştır. Amasya’daki ilk eğitimi esnasında, babası, şehrin valiliğine atanan Şehzade Bâyezid’in nişancısı olunca Şehzadeyle tanışarak yakın bir ilişki kurmuştur. Bu durum sonraları şehzadenin sultanlığı esnasında ona güçlü bir himaye sağlamıştır. Ancak Bâyezid’in Amasya’da keyif verici şeylere (içki ve eğlence) alıştırılmasına sebep olduğu yönündeki şikayetler üzerine Fatih Sultan Mehmed idamına hükmetmiştir. Bu fermanı duyan Şehzade Bâyezid, 884/1479 yılında Halep’e kaçmasını sağlamıştır. Buradan Şiraz’a geçen Müeyyedzâde, Devvânî ve Deştekî gibi dönemin önemli âlimleri etrafında yoğunlaşan canlı nazarî tartışmalara da katılmıştır. Şiraz’da 10 yıla yakın bir süre geçiren Abdurrahman Efendi, özellikle Devvânî’nin ders halkasına katılmış, ona talebe olmuştur. Bugün elimizde mevcut olan icazetnâme, onun naklî, aklî ve tasavvufî (hırka) ilimlerdeki hoca silsilesini göstermesi yanında aldığı eğitimin muhtevası, seviyesi ve kapsamı hakkında da mühim bilgiler vermektedir.
II. Bâyezid’in tahta çıkmasıyla birlikte Osmanlı ülkesine geri dönen Müeyyedzâde, önce Amasya’ya oradan da İstanbul’a geçmiştir. İlk olarak Kalenderhane sonra da Sahn-ı Semân Medreselerinde müderrislik yaptıktan sonra Edirne Kadılığı ve sırasıyla Anadolu ve Rumeli Kazaskerliği görevlerinde bulunmuştur. Yıldızının parladığı bu dönemde, Devvânî’nin talebelerinin Anadolu’ya geçmeleri ve burada eğitim faaliyetine katılmalarını sağlamıştır. Bir yeniçeri isyanı sırasında konağının yağmalanması üzerine Rumeli Kazaskerliği’nden alınmış, Yavuz Sultan Selim’in tahta geçmesiyle birlikte de önce kadılığa ve ardından Rumeli Kazaskerliği’ne tekrar getirilmiştir. Bu süre zarfında Çaldıran seferine de katılmış ve sonrasında Rumeli Kazaskerliği’nden bir kez daha alınmıştır. 922/1516 senesinde İstanbul’da vefat eden Müeyyedzâde Eyüp Sultan Türbesi haziresine defnedilmiştir.
Müeyyedzâde’nin Şiraz’dan dönüşü, buradaki tartışma ortamını İstanbul’a taşımış, İstanbul uleması ile Şiraz çevresi arasında güçlü bir bağ oluşturmuştur. O, sadece Şiraz ve civarından gelen âlimleri değil İstanbul’da yaşayan birçok sanatkâr ve bilgini de himaye etmiştir. Öğrencileri Kemalpaşazâde ve Ebüssuûd’un yanısıra, Zâtî ve Necâtî gibi şairler de himayesine girmiş ve teşvikleriyle çeşitli eserler telif etmişlerdir.
Müeyyedzadenin bir kısmını kendisinin istinsah ettiği bilinen ve dönemine göre oldukça zengin bir kütüphanesinin (takriben 2000-7000 cilt arası) olduğu da nakledilmektedir. Kendi çalışmaları daha çok fıkıh ve kelam alanlarıyla sınırlıyken sahip olduğu kitap koleksiyonu evrensel bir vizyona sahip olduğunu gösterir. Öyle ki kütüphanesinde dinî ilimler dışında, geometri, matematik, optik, mineroloji, simya, coğrafya, astronomi vb. birçok alanda kitaplar bulunmaktadır. Yakın zamanda bu kütüphanenin envanterinde yer alan matematik ve astronomi eserlerinin listesi de yayınlanmıştır.
Devvânî’nin verdiği icazetnameden hareketle Müeyyedzâde’nin kelâm, matematik ve astronomi gibi nazarî ilimlerde ciddi bir eğitim aldığı ortaya çıkmaktadır. Zira hocasıyla Şerhü’l-Mevâkıf’ın vücûd bahsinin yarısını, Kadızâde’nin Şerhü’l-Câmîsinin tümünü, Nasîruddin et-Tûsî’nin Öklid Tahrîri’ni 10. bölüme kadar okumuş, Tûsî’nin Şerhül-İşârât ile Kutbüddin er-Râzî’nin Muhâkemât’ını da incelemiştir. Ancak biraz da bürokratik işleri ve idari görevlerinin yoğunluğu sebebiyle bu altyapısını ve ilmî otoritesini eserlerine tümüyle yansıtamamıştır. Daha çok fıkıh, kelam ve mantık gibi alanlarda verdiği eserler bugüne ulaşmıştır. Atomculuk ve haricî varlık üzerine yazdığı risalelerin yanısıra, fetvalarının toplandığı bir mecmua da bugün elimizdedir.
Onun XV.-XVI. yüzyıl Osmanlı ilim hayatına en önemli etkisi Safevî İranı ve Osmanlı arasındaki bilgi akışını ve kültürel irtibatı temin etmesidir. Devvânî ve Deştekî gibi bilginlerin II. Bâyezid’e ithaf ettiği eserlere aracılık ederek, Şiraz’ın felsefî gündemini İstanbul’a taşımış diğer yandan ise Osmanlı ülkesinde tartışılan meseleleri Şiraz’a aktarmıştır. Nitekim Devvânî’ye hediye olarak götürdüğü eserler içinde Hocazâde’nin Tehâfüt’ü de yer almıştır. Osmanlı ve komşusu arasında, Müeyyedzâde’nin vesile olduğu bu güçlü etkileşim, biraz sonra Safevîler’in İran bölgesine hakimiyetiyle birlikte neredeyse kopma noktasına gelmiştir. Kadılık yaptığı dönemde Akdeniz havzasıyla da ilişki kurmuş ve buradaki bilimsel çalışmaları yakından takip etmiştir. Bu çerçevede 1505 yılında Moses Galeano’dan Zacuto’nun Almanach Perpetuum adlı astronomi kitabını Arapçaya çevirmesini istediği nakledilmektedir.
Müeyyedzâdenin ciddi biçimde hat ve şiirle ilgilendiği kaynaklarda dile getirilse de elimizde bunu ispatlayan bir divan yoktur. Ancak şairleri himaye ettiği ve bazı eserlerde “Hâtemî” mahlasıyla ona ait şiirlere yer verildiği ise bilinmektedir.
Öğretisi
Müeyyedzâde Fatih dönemiyle güçlenen muhakkik âlim tipinin dikkat çekici bir örneğidir. O, Osmanlı entelektüel birikimini Devvânî ile harmanlamış ve ortaya çok yönlü bir sentez çıkmıştır. İlmi seviyesini tüm yönleriyle yansıtan eserler yazmasa da bugün ortada olan risaleleri meselelere hangi boyutta vakıf olduğunu göstermektedir. Mesela cüz risalesinde “meşhur şüphe” olarak bilinen süreklilik-süreksizlik ilişkisi meselesini, kürenin yüzeye teması örneği üzerinden incelemiş, “genel şüphe” adını taşıyan risalede ise kadîm bir sorun olan hareket-mekan ilişkisi (Zenon paradoksu) üzerinde görüş beyan etmiştir. Her iki eserde de Müeyyedzâdenin bir taraftan mevcut sorunun tarihini serimlerken, diğer yönden çözüm arayışına girmesi, yer yer atıfları tadil etmesi ve bu yönde Antik dünyanın ve İslam düşüncesinin nazari öncüleriyle hesaplaşması, hem özgüvenini hem de ilmi birikimini ortaya koymaktadır. Fıkıhla meşgul olması ve bu alanda pek çok fetvâ mecmuası yayınlaması ise ayrıca pratik hayatın getirdiği sorunlara da ilgi duyduğunu gösterir. Bu doğrultuda verdiği fetvaların hem Osmanlı hukuk sisteminin gelişimine katkısı olmuş hem de İbn Kemal ve Ebüssuûd Efendi gibi kabiliyetlerin yetişmesini sağlamıştır. Onun Mecmûatü’l-Mesâil adlı fetva mecmuası; eşya ve borçlar hukuku, ticaret hukuku, aile hukuku konularındaki detaylı fetvâlarıyla Osmanlı medreselerinde okutululan bir eser olmuştur.
Varlık Düşüncesi ve Metafiziği
Bazı mevzî yazıları üzerinden Müeyyedzâde’nin varlık ve tabiat görüşü ile bağlantılı olarak metafiziğin ince konularına odaklandığı, atomcu ve hilomorfist teoriler arasında, alternatif yolları da dikkate alan bir çözüm arayışında olduğu görülür. Nitekim cüz risalesinde, atomun ispatı ve nefyinde kullanılan temas delilini ve ortaya çıkardığı hareketin mekâna nispeti, sürekli nicelik-süreksiz nicelik ilişkisi gibi kadîm meseleleri ele almıştır. O İbn Sînâcı iki nokta arasındaki temasın sürekliliği fikrini meşhur yuvarlanan küre örneği üzerinden reddetmiştir. Bilfiil nokta ve sürekli çizgi ile vaki olduğunu iddia eden görüşler arasında, kürenin yüzeye “süreksiz çizgiyle” temas ettiği sonucuna varmıştır. Burada, üzerinde çokça durulan noktanın ontolojisini tespit ederken nefsü’l-emir kategorisine atıf yapması ise bahsi geçen meşhur şüphenin çözümünde yeni bir arayışa karşılık gelmektedir. Müeyyedzâde bir risalede hariçte tümellerin varlığı konusunu da incelemiş ve onların tikel varlıklar gibi dış dünyada ontolojik gerçeklikleri olduğunu belirtmiştir.
İlahi sıfatlara dair kelâmullah tartışmasında ise ezelî kelamın hâdis ya da kadîm olmasını ilahi hikmet açısından bir sorun olarak görmemiştir. Ona göre bu sahadaki tartışmalar lafzî kelâmın hudusu üzerinde yoğunlaşmıştır, oysaki esas mesele nefsî kelâmın mahiyetidir. Mevâkıf ve şerhinde, ilâhî sıfatların zamânîliğini iptal için ortaya konan delilleri ise yetersiz görmüştür. Bu bağlamda Cürcânî’nin “hâdislerin ezelîliği mümkün ancak Allah’ın zatıyla birlikte olmaları ise imkânsızdır” görüşünü tartışmaya açmıştır. Ona göre sonsuz yenilenmelerin ilâhî zât ile birlikteliği de düşünülebilir ve teselsülün butlânı böyle bir ihtimalin de bâtıl olmasını gerektirmez. Bu görüşünü ilâhî kudretin ilgilendiği alanın sadece imkân değil zorunluluk ve imkânsızlık olabileceğini de belirterek tahkim eder. Bu doğrultuda Ehl-i sünnetin madumu sırf yokluk olarak nitelemesini de sorgular ve hâdis yokluk ve kadîm yokluk şeklinde yeni kavramlaştırmalara gider. Îcî ile Cürcânî’nin alemin sonsuzluğunu iddia ettiklerini dile getirdikleri astronomlara (müneccimûn) dair görüşleri ise kısmen hatalı bulmaktadır. Cürcânî’nin ilm-i ilâhînin ispatında dile getirdiği mücerret varlıkların küllîleri bildiği delilini ise Gazzâlî, İbn Sînâ ve Tûsî üzerinden inceleyerek katılmadığı noktaları sıralamaktadır. Neticede, ilâhî bilginin zaman üstü ve küllî olduğunu, zamânî bilginin ise üç zaman diliminde (mazi, an ve müstakbel) cüz’î biçimde gerçekleştiğini ve Allah’ın mutlak manada tikelleri bildiğini söylemiştir.
Öne Çıkan Eserleri
-
Risâle fi’l-Cüzi’lleźî lâ Yetecezze’ (Şerhü’l-Mevâkıf hâşiyesi): Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5414.
-
Risâle fi’l-Mevcûdâti’l-Hâriciyye: Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1161.
-
Risâle fî Halli’ş-Şübheti’l-Âmme (Şerhü’l-Mevâkıf hâşiyesi): Süleymaniye Ktp., Çorlulu Ali Paşa, nr. 304.
-
el-Havâşî alâ Şerhi’l-Mevâkıf (Şerhü’l-Mevâkıf hâşiyesi): Süleymaniye Ktp. Ayasofya, nr. 2283.
-
Mecmau’l-Fetâvâ: Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 1240; Hüsrev Paşa, nr. 100.
-
Risâle fî Tazîmi’n-Nebî: Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1713.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu