Hayatı
Ahund Horasânî lakabıyla meşhur olan Muhakkık Molla Muhammed, 1255 yılında Horasan’a bağlı bulunan Herat’ta doğdu. Muhammed Kâzım İbnü’l-Mollâ Hüseyin el-Herevî el-Horâsânî en-Necefî olarak da bilinir. Fakih, müctehid, usûlcü bir âlimdir. İlk eğitim sürecini 23 yaşına kadar Horasan’da tamamladı. Burada Arap diline dair ilimleri, usûl, usûl-i fıkh, mantık derslerini öğrendi. Sonrasında ilim yolculuğu için Irak’a gitmek için Tahran üzerinden yola çıktı. 1277/1860 yılında bir süreliğine Tahran’da kaldı ve burada felsefe dersleri aldı. 1278/1860 yılında Buradan ayrılarak Necef’e yola çıktı. Sebzevar’a giderek orada Molla Hâdî Sebzevârî’den felsefe dersleri aldı. Ardından dinî ilimleri tahsil için Necef’e gitti ve orada Şeyh Ensarî’den dört yıl müddetince ders aldı. Hocasının vefatı üzerine talebesi Şeyh Şirâzî’nin derslerin katıldı. Şeyh Hasan Şirâzî, Samarra’ya gitmek zorunda kalınca o da hocası ile birlikte Samarra’ya gitti. Ancak bir süre sonra tekrar Necef’e döndü ve orada Şiîlerin tek merci-i taklîd lideri oldu.
Ahund Horasânî, Rusların İran’ı işgale başlayıp Kazvin’e kadar gelmesi üzerine, “Ya İran’ı terk edersin ya da âlem-i İslâm’a cihad emri ilan ederim” sloganıyla cihad fetvası yayınlamış, derslerini iptal ederek bizzat cihada katılmak için hazırlıklar yapmıştır. Fakat cihada katılmasından bir gün önce 13 Aralık 1911’de Necef’teki evinde ölü bulunmuştur. Ölümüyle ilgili olarak zehirlendiği rivayetleri de nakledilmektedir.
Öğretisi
Ahund Horasânî ve Siyaset İlişkisi
İslâm ülkelerinde anayasal idare ve bu bağlamda seçim konusunun tartışıldığı bir zaman diliminde yaşayan Ahund Horasânî, tercihini anayasallık, yöneticinin bağlı olacağı bir metin, meşrûtîyet ve seçim prensiplerini savunan tarafa koymuş, meşrûtîyetin İslâm’la çelişmeyeceğini, zulme ve despotizme engel olacağını belirtmiş, yine meşrûtîyetin İslâm ve imamların öğretisi ile çatışmayacağı yönünde tercih belirlemiştir.
Nâsırüddin Şah’ın 1896 yılında öldürülmesi ertesinde onun yerine geçen oğlu Muzafferuddin Şah yabancı ülkelerden, özellikle Rusya’dan almış olduğu krediler karşılığında söz konusu ülkelere gümrük ve ticari imtiyazlar tanımıştı. Böyle bir imtiyazın verilmesi yerel ticaretin çökmesine neden olacağı için halk gösterilere başladı. İran’daki gösterilere önderlik yapan dinî lider Seyyid Muhammed Tabâtabâî idi. Şeyh Abdullah Mâzenderânî, Ahund Horasânî ve Mirzâ Halil Tahrânî İran’daki meşrûtîyet hareketlerine söz, eylem ve telgraflarla destek veren İran sınırları dışındaki müctehidler üçlüsünü temsil ederler. Kendileri o günlerde Osmanlı topraklarında (Necef o zamanlar Osmanlı topraklarına dahil idi) yaşamanın vermiş olduğu özgürlükle İran meşrûtîyet hareketinin Tahran’daki temsilcileri olan Abdullah Bihbehânî ve Muhammed Tabâtabâî’ye her türlü desteği vermişlerdir. İnsanların Meşrûtî idare konusundaki fetva taleplerine üç âlim “Yüksek meclise karşı gelmek dini hükümlere karşı gelmekle eşdeğerdir” şeklinde cevap vermekteydiler. Muzafferüddin Şah’ın Rusya’dan kredi alması karşısında Şeyh Kazım Horasânî kendisine bir mektupla müracaat etti; kredi alımından vazgeçmesi ve meclisi açtığını derhal ilan etmesi talebinde bulundu. Gösterilere karşı duramayan Muzafferüddin Şah 1906 de meşrûtîyeti ilan etti.
Ahund Horasânî meclisinin açılışında, İran’ın çıkarlarının öncelenmesi, İran’ın yeniden imarı ve yabancılara verilen imtiyazlardan ülkenin kurtarılması talebinde bulundu. Bu anlamda meclisin çıkardığı ilk kanun yabancılardan kredi alımını yasaklamak oldu.
Muzafferüddin Şah’ın ölümünden sonra yerine geçen oğlu Muhammed Ali Şah, 1907 yılında tahta çıktığında parlamenter sisteme boyun eğmenin dışında başka şansı yoktu. Ancak O, meclisinin açılmasının üzerinden iki yıl geçtikten sonra meşrûtî idarenin İslâm’a aykırı olduğunu iddia ederek meclisi kapatıp meşrûtî idare taraftarlarına ciddi baskılar uygulamaya başlayınca meydanlar yeniden hareketlendi. “Müçtehitler üçlüsü” tarafından, meşrûtîyete karşı olmak “gaib imam” düşmanlığına benzetildi ve Muhammed Ali Şah’a itaat etmenin Yezid’e itaat etmekle eşdeğer olduğunu ifade edildi. Daha sonra şaha vergi vermenin caiz olmadığını da ilan ettiler. Meşrûtî idare taraftarlarının yoğun olduğu Tebriz’de başlayan gösterilerin Reşt, Kazvin ve Tahran’a yayılması ile birlikte Şah kaçarak Rus büyükelçiliğine sığındı.
Görüldüğü gibi Ahund Horasânî ve arkadaşları meşrûtî idarenin ilmî ve fıkhî yönden temellendirilmesi konusunda çalışmalar yürütmekteydiler. Bu bağlamda Ahund’un yardımcılarından Mirzâ Nâini Tenbîhü’l-mille ve Tenzîhü’l-ümme isimli eserinde meşrûtî idarenin, meclis, anayasa ve seçimlerin meşruiyetine vurgu yapıp, istibdadın olumsuz yönlerini ortaya koymaktaydı.
Ahund Horasânî, Şeyh Abdullah Mâzenderânî ve Mirza Hüseyin Halîlî, 1908 yılında Sultan II. Abdülhamid’e İran’daki meşrûtîyet hareketine destek vermesi hususnda telgraf çekmişlerdir. Necef ve İstanbul arasındaki bu ilişki, Esedullah Memekânî’nin müctehidlerin temsilcisi olarak İstanbul’a gitmesiyle daha da güçlenmiştir. Bu üçlü müctehidler grubu İran’daki dış tehlike olan İngiltere ve Rusya’ya dikkat çekerek halkı onlara kaşı direnişe çağırmış, Sultan Reşad’a telgraf göndererek İslâm ülkeleri genelinde cihad emri vermesini istemişlerdir. Onlara göre bağımsızlığını koruyan son iki İslâm ülkesini korumak gerekiyordu (Algar, “Mazenderani”, s. 190-192).
Meşrûtîyet taraftarları sahadaki mücadeleyi kazanmış olsalar da işler onların planladıkları gibi gitmemeye başladı. İçerideki Batı düşüncesi taraftarları meclise hakim olmuş ve dine dayalı bir anayasanın mümkün olamayacağını seslendirmeye başlamışlardı. Batı taraftarı bu üyeler bir kanun çıkararak Amerikalı Morgan Shuster’in merkez bankası ve hazineden sorumlu mali müsteşar olarak atanması sağladılar. Bunun üzerine Rusya vermiş olduğu krediler ileri sürerek bu kişinin görevden alınması, aksi takdirde Kuzey İran’ı, İngiltere ise Güney İran’ı işgal edeceğini ilan etti. Batı taraftarları içeride meşrûtîyet taraftarlarına baskıya başlamışlar, bu anlamda meşrûtî idare savunucusu Şeyh Fadlullah Nuri’yi tutuklamışlar bu tutukluluk idamla neticelenmiştir. Bu süreçte Ahund Horasânî tekrar bildiri yayınlayarak Şeyh Fadlullahın serbest bırakılmasını istemiştir.
İçerideki batıcıların önderi Takîzâde idi. O, İran’ın gelişmesinin batılılaşma ve İslâm’ı terk etmesi ile mümkün olacağını iddia ediyordu. Ahund Horasânî ve arkadaşları onun ülkeyi terk etmesi amacıyla yine bir bildiri yayınlamışlardı. Takîzâde’nin önünde kaçmaktan başka bir çare kalmamıştı.
Halk olayların ağrılığından bezmiş, laiklik taraftarları ve Şah arasında bir tercih yapmak durumunda kalmış, saflarını şah tarafında seçmişti. Çünkü onlara göre Şah zâlim de olsa insanların inançlarına saygı duymaktaydı. Bu bağlamda “Şahın ateşi, anayasa taraftarlarının cennetlerinden daha iyidir (Nâr-i Şah hayrün min cenneti’dustûriyyîn)” demişlerdir.
Kâzım Horâsânî ve arkadaşları sorumluluklarını dini alanla sınırlı tutmamışlar; sosyal ve siyasî alana el atmış, siyasî teoriler üzerine çalışmış, siyasî ve ekonomik konulara ilişkin fetva, bildiri gibi sosyal ve dinî iletişim tarzlarını devreye sokmuşlardır.
Şiîlerin merci-i taklîdi olan Horasânî sadece onların ilimde liderliği ile yetinmemiş siyasi ve ekonomik alana dair fetva vermiş, 1898 yılında Şiraz’da kurulan mensucat fabrikasında üretilen ürünlerin kullanılmasının Müslümanlara farz-ı ayn, ithal malların kullanılmasının ise caiz olmadığına dair fetva vermiştir. 1907’de tahta geçen Muhammed Ali Şah’tan İslâmiyet’in emirlerine uymasını, İran’da endüstri ve modern ilimleri teşvik etmesini ve yabancıların İran’ın iktisadî zenginliklerini istismar etmesine son vermesini istedi. Şah meşrûtîyeti iptal edince meşrûtî idarenin yeniden kurulması için yerli ve yabancı siyasi aktörlerle dirsek temasına girerek onlara mektup yazdı.
Ahund Horasânî’nin şöhreti ve tanınırlığı ülke sınırlarını aşmış hatta Osmanlı imparatorluğu içerisinde bilinir bir kişilik hale gelmiştir. Hatta o zamanda Osmanlı şeyhülislâmlarından birisi, İmam Azam Ebu Hanife’nin türbesini ziyaret etmeyi gerekçe göstererek Bağdat’a gelir. Asıl amacı şöhreti Osmanlı topraklarına kadar gelen ahundu görmek, tanışmak, geleneksel Necef ilim havzasını yerinde müşahede idi. Ahund Horasânî, Şeyh Tûsî mescidinde ders verirken içeri giren Şeyhülislâm, Ahund Horasânî’nin ele aldığı konuyu Ebu Hanife ve Sünnî âlimlerin üzerinden açıkladığını görünce şaşkınlığını ve takdir hislerini gizleyemedi (Rıdvânullâh, s. 331 vd). Diğer yandan o zamanda Osmanlı adına bölgeyi yöneten Alusî ailesinden bir yöneticiye Asitane İstanbul’dan gelen bir mektupta “Bize gelen bilgilere göre Necef’te Horasânî isminde bir âlim çıkmış, usûlü tecdit etmiş, o, zamanımızda döneminin Adûdî’si gibi büyük bir âlim imiş, bize onun hayatına dair bilgileri gönder” denilmiştir (Min A’lami’l-imâmiye, s. 278).
Fıkıh İlmine Katkısı ve Metodolojisi
Şiî âlimlere göre Horasânî’nin talebelerinin sayısı 1200’ün üzerinde olup, bunlardan yüz yirmisi içtihad derecesine yükselmiştir. Ayrıca Ahund Horasânî kendi adına Necef’te büyük, orta ve küçük olmak üzere üç medrese inşa ederken yine Necef, Kerbela ve Bağdat’ta modern bilimlerin ele alındığı okul da inşa ettirmiştir.
Ahund Horasânî, hocası Şeyh Ensârî’nin yolundan giderek fıkhın lafzî konularına ilişkin Kifâyetü’l-usûl isimli eserini yazarken, amelî (muamelat) konularına dair ise hocasının Mekâsib isimli eseri üzerine Hâşiyetü’l-mekâsib isimli şerhi kaleme almıştır. Yine Kifâyetü’l-usûl isimli eseri elfâz ve usûl-i ameliye bölümlerinden oluşmaktadır. Kifâyetü’l-usûl isimli eserinde hocasına bazı konularda muhalefet etmiştir (Ahund Horasânî, Kifâyetü’l-usûl, s. 258 vd).
Kifâye isimli eserine birçok şerh ve haşiye çalışması yapılmış olan Ahund Horasânî’nin eserleri Şiî medreselerinde okutulmaya devam etmektedir. Mezkur şerhler ve haşiyeler bağlamında Ahund’un kendi talebelerinden Mirzâ Ebü’l-Hasen Meşkînî ve Şeyh Ali Koçânî’nin eserlerini ayrıca Şeyh Muhammed Hüseyin İsfehânî ile Seyyid Muhsin Hakîm’in telifatını örnek olarak sayabiliriz.
Yukarıda işaret edildiği üzere Ahund’un siyaset alanındaki faaliyetleri dikkate alındığında, Kerbelâ okuluna mensup Necef ulemâsının bıraktığı bir diğer fıkhî mirasın İran siyaseti üzerindeki dinî ve fıkhî yorumlar hamulesi olduğu söylenebilir.
Ahund’un üslubu ve telif tarzı söz konusu olduğunda, serlerinde önceki âlimlerden daha çok felsefe meseleleri ve aklî yöntemleri kullandığına işaret etmek gerekir (Tahrânî, Zerîa, c. 6, s. 186).
Öne Çıkan Eserleri
-
Kifâyetü’l-Usûl: Müessesetü Âl-i Beyt, Kum 1409.
-
Hâşiye ale’l-Mekâsib: thk. Seyyid Mehdî Şemsüddin, Vizâretu İrşâdi İslâmî, 1406.
-
Tekmiletü’t-Tebsîra: thk. Seyyid Sâlih Müderrisî, Medresetü Veliyyi’l-Asr, Kum 1424.
-
Rûhu’l-Hayât.
Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu