Hayatı

Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte, 720/1320 yılında Gırnata’da doğduğu kabul edilebilir. Hayatının tamamını geçirdiği Gırnata o dönemde Nasrîler’in başkenti idi. Ayrıca çevredeki Hıristiyan Krallıkları’nın istilası ve hakimiyetinden kaçanlar için bir sığınak olması itibariyle önemli ve merkezi bir şehirdi. Özellikle Kuzey Afrika’daki ilim yolcularının ve âlimlerin canlı ve hareketli bir durağı olarak bilinmesi de bu konumunu pekiştirmişti. Mesela o dönem Kuzey Afrika’dan Gırnata’ya gelenler arasında İbn Haldûn da vardı. Bu canlı ilmi ve kültürel çevre içerisinde Şâtıbî, dönemin meşhur âlimlerinden Arap dili, kıraat, fıkıh, tefsir, hadis, kelâm, fıkıh usûlü, mantık, felsefe ve tasavvuf eğitimi aldı. Özellikle dil alanında Endülüs’ün ünlü gramer bilgini (şeyhu’n-nuhât) Ebû Abdullah Muhammed b. Ali el-Fahhar el-İlbîrî, fıkıhta Ebû Saîd Ferec b. Kâsım İbn Lübb, usûl-i fıkıhta Ebû Abdullah el-Makkarî’nin Şâtıbî üzerinde önemli etkisi vardır. Hocası Makkarî, Şâtıbî’yi hem usûl-i fıkıh alanında Râzî’nin fikirleriyle irtibatlandıran hem de tasavvufla tanıştıran kişidir. Çeşitli ilimlere dair farklı hocalardan dersler almakla beraber Şâtıbî’nin yazdığı eserler dikkate alındığında temel ilgi alanının dil ve usûl-i fıkıh disiplinlerine yoğunlaştığı ifade edilebilir. Hayatına dair bilgiler kısıtlı olduğu için mesleği ile ilgili bilgiler de muğlaktır. Meslek hayatına dair imam-hatiplik, müftilik ve müderrislik gibi üç ihtimalden bahsedilmekle birlikte bunları resmi olarak yapıp yapmadığı veya bunları ne kadar sürdürdüğü hususları açık değildir. Dönemin ilmi tartışmalarına doğrudan eserleriyle katılan, verdiği fetvalarla yer yer şiddetli tepkiler alan, çeşitli ilmi meseleleri dönemin âlimlerine mektuplar yazarak tartışan Şâtıbî, hayatı boyunca hiç ayrılmadığı Gırnata’da 790/1388 yılında vefat etmiştir.

Öğretisi

Mâlikî mezhebine müntesip Şâtıbî’nin düşünce dünyasında genelde dinin özelde hukukun gayelerini tespit ve bu gayelerin içtihat faaliyetinde dikkate alınması önemli bir yer tutar. Kendinden önce Cüveynî (ö. 478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), İbnü’l Hâcib (ö. 646/1249), İzz b. Abdüsselâm (ö. 660/1262) ve Karâfî (ö. 685/1286) çizgisinde gelişen makâsıdü’ş-şerîa düşüncesini bütünlüklü ve tutarlı bir teori haline getirmesi ve bu çerçevedeki düşüncelerinin modern İslâm hukuk düşüncesine etkisi dikkate alındığında Şâtıbî’nin çok önemli bir noktada durduğu görülür. Şâtıbî’ye göre İslâm hukukunun bütün hükümleri bir istikraya tabi tutulup incelendiğinde bu hükümlerin tamamının kulların maslahatlarını gerçekleştirmeye matuf, bir hikmete mebni ve bir illetle muallel olduğu tespiti yapılabilir. Bütün şer’î yükümlülüklerin maksatlarının zarûrî, hâcî ve tahsînî şeklinde üç derecede ortaya konabileceğini, bu üç kademenin tamamlayıcı (mükemmilat) unsurları yanında hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde mertebelerinin var olduğunu belirtir. Şârî’in vaz ettiği hükümlerin maksatlarına özel bir önem atfeden Şâtıbî bu hükümlerin maksatlarını bilmeyi içtihadın birinci şartı olarak bu maksatlara dayalı bir istinbat gücüne sahip olmayı da ikinci şart olarak zikretmiştir. Ayrıca birçok içtihat hatasının da şeriatın maksatları konusundaki bilgi eksikliğinden kaynaklandığını belirtir. el-Muvâfakât fî usûli’ş-şerîa isimli fıkıh usûlüne ait eserinde makâsıdü’ş-şerîa konusunda uzunca durur ve Şâri’in şeriatın konmasındaki kasdı, şeriatın kolayca anlaşılabilirliği, teklif, Şâri’in mükellefin şer’î hükümler altına girmesindeki kasdı ve mükellefin maksadı gibi hususları ayrıntılı olarak inceler. Aynı eserinde fıkıh usûlünü kat’îlik/kesinlik taşıyan bir zemine oturtma çabası içerisine giren Şâtıbî, hükümlerin istikraya tabi tutularak incelenmesiyle ulaşılan küllî prensiplerle bunun gerçekleştirilebileceğini savunur.

Şâtıbî’nin Kur’ân ve Sünnet’i istikra yöntemiyle incelemeye tabi tutup dinin temel ilkelerine ulaşma ve cüzî hüküm ve içtihatları bu temel ilkelerin ışığında değerlendirme şeklindeki ilmî tutumu yaşadığı toplumdaki bazı dini inanç, ibadet ve uygulamaları eleştirmesine sebep olmuştur. Toplumdaki bazı inanç ve uygulamaların Hz. Peygamber ve ashabının sünnetine aykırı ve bidat olduğu fikrini benimseyip bunlarla mücadeleye girişmiştir. Nitekim el-İ’tisam isimli eserini bu tür bidatlere tahsis etmiştir. Bu durum kendisini birçok tartışmanın ve muhalif tavrın içine çekmiştir. Özellikle sûfïler ve Mâlikî fakihler bu tür bidat tartışmalarında Şâtıbî’nin eleştiri oklarının hedefinde olmuştur. Şâtıbî, sufilerin genel olarak sünnete ittiba ve selefe iktida konusundaki gayretlerini teslim etmekle beraber birçok konuda sünnette ve selef uygulamalarında bulunmayan bidatlere düştüğünü savunur. Sufilerin keşif anlayışı veya şeyhe bağlılık gibi çeşitli konulardaki tavırlarını eleştiri konusu yapar. Bidat eleştirileri yalnız sufilerle sınırlı kalmaz, içinden geldiği Mâlikî geleneğine mensup fakihlere de bidatler konusunda çeşitli eleştiriler getirir. Bu bağlamda ölülülerin ardından yâsin okuma veya cemaatle namaz sonrası toplu dua gibi uygulamaları bidat olarak niteleyip eleştirir. el-İ’tisâm’ın başlarında cemaatle namazdan sonra toplu duaya  muhalefet ettiği, hutbelerde hulefâ-i râşidînin isimlerini anmadığı ve siyasi otoritelerin isimlerini hutbede anmadığı için ciddi ithamlarla  yüzyüze geldiğini belirtir.

Şâtıbî’nin ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde geliştirdiği makâsıd teorisi modern dönemde yenileşme ve içtihat tartışmalarıyla birlikte önem kazanmış, Muhammed Abduh’un öğrencilerine Şâtıbî’yi tavsiye ve teşvikleriyle şöhret kazanmaya başlamış ve modern dönem tartışmalarında önemli bir referans kaynağı olmuştur.

Öne Çıkan Eserleri

  • el-Muvâfakât: Abdullah Dıraz, [yy. ty.]; haz. Ebu Ubeyde Al-i Salman, Huber 1997; çev. Mehmet Erdoğan, İstanbul 1993, 1999, 2010.

  • el-İ‘tisâm: nşr. Muhammed b. Abdurrahman eş-Şukayr, Demmam 2008.

  • el-Makâsıdü’ş-Şâfiye fî Şerhi’l-Hulâsati’l-Kâfiye: nşr. Abdurrahman b. Süleyman el-Useymin v.dğr., Mekke 2007.

  • el-İfâdât ve’l İnşâdât: nşr. M. Ebü’l-Ecfân, Beyrut 1986.

  • Fetâvâ: nşr. M. Ebü’l-Ecfân, Beyrut 1985.

  • el-Mecâlis.