Hayatı

Optik bilimini (ilm-i menâzir) müstakil bir disiplin olarak kuran ve ‘bilimsel yöntemin babası’ olarak anılan İbn Heysem’in hayatı hakkında yeterli ve kesin bilgi yoktur. XII. ve XIII. yüzyıllarda yazılmış tabakât kitapları İbn Heysem hakkında yer yer çelişkili ve yer yer abartılı malûmat verir. Bu kaynaklar arasında en muteber olanları Beyhâkî’nin Tetimme-i Sivâni’l-hikme, Kıftî’nin İhbâru’l-ulemâ bi ahbâri’l-hukemâ ve İbn Ebî Usaybia’nın Uyûnu’l-enbâ fi tabakâti’l-etibbâ kitaplarıdır. Bu kaynaklardan aldığımız bilgiye göre İbn Heysem Basralı iyi bir aileden  gelir ve orada vezirlik makamında görevlidir. Kendisini ilimden uzak tutması sebebiyle işini terkeder. Basra’da kaldığı süre içinde kendisini  bilimsel çalışmalara adayan İbn Heysem, Nil nehrinin yıllık taşkınlarını önleyecek bir baraj projesi ile Kahire’ye gider. Fatimî hanedanından halife el-Hakim Biemrillah İbn Heysem’i ikram ile karşılar ve sahada inceleme yapması için Nil’in doğduğu yere; Asvan’a gönderir. Asvan’da yaptığı incelemeler sonucu orada baraj yapmanın mümkün olmadığını anlayan İbn Heysem durumu halifeye bildirir. Projenin başarısız olması üzerine el-Hakim İbn Heysem’e idarî bir görev verir. Ani öfkesi ve kontrolsüz davranışlarıyla bilinen el-Hakim’den çekinen İbn Heysem istemeyerek de olsa bu görevi kabul eder. Halifenin ölümüne kadar ilmî çalışmalarına ara vermek durumunda kalan İbn Heysem, el-Hakim’in vefatından sonra çalışmalarına devam eder. Kıftî, Yusuf el-Fâsî el-İsrailî’den yaptığı bir ekleme ile İbn Heysem’in hayatını Kahire’de Öklit’in Usûlü’l-hendese, Batlamyus’un Almagesti ve Galen’in Mutavassıtât kitaplarını istinsah ederek kazandığını söyler. Kadı Saîd el-Endelüsî İbn Heysem’in ölümünün 430/1038’den önce olmadığını iddia ederken; Kıftî, İbn Heysem’in 432/1040 yılında yazdığı ve tek nüshası kendi elinde olan bir geometri kitabını delil göstererek  (İhbâr, s. 220) onun ölüm tarihinin 432/1040 yılında  olduğunu savunur. Büyük oranda Kıftî’nin yazdıklarından faydalanan İbn Ebî Usaybia, biografisine İbn Heysem’in eliyle yazmış olduğu otobiyografiyi ekler. 63 yaşında yazmış olduğu otobiyografisinde özel hayatından neredeyse hiç bahsetmeyen İbn Heysem entelektüel serüvenini anlatır. 200’e yakın eser veren İbn Heysem’in kitapları üç liste halinde bulunur. Birinci liste İbn Heysem’in otobiyografisinde belirttiği kitaplardan oluşur. Buna göre İbn Heysem 417/1027 yılına kadar 25 matematik, 45 fizik ve metafizik kitabı yazmıştır. 21 eserden oluşan ikinci liste, Ebi Usaybia tarafından otobiyografiye iliştirili olarak bulunmuştur (Uyûn, s. 94). Bu listede İbn Heysem’in 1027-1028 yılları arasında yazdığı kitaplar vardır. İbn Ebî Usaybia’nın Fihrist dediği üçüncü liste ise İbn Heysem’in 1028 yılından ölümüne kadar yazdığı 92 eseri içerir. İbn Heysem’in başyapıtı addedilen Kitâbü’l-menâzir de bu son listenin içinde yer alır.

 Öğretisi

Temel bilimlerde öğretilegelen hatalı bilgileri saptamış ve çözülemeyen pek çok problemi çözüme kavuşturmuş olan İbn Heysem, bilim ile uğraşmaya başlamadan önce araştırmacıda bulunması gerekli olan üç temel özellik zikreder ve bu özellikleri taşımayan kişinin hakikate ulaşamayacağını savunur. Bu özelliklerden ilki araştırmacının gayesini belirlemesidir. Bu konuya eş-Şukûk alâ Batlamyus’un mukaddimesinde geniş yer veren İbn Heysem  bilimin amacının hakkın elde edilmesi olması gerektiğini ifade eder. Burada haktan kasıt ‘gerçek ve doğru bilgi’dir. Hakkı elde etmeyi haktan başka bir amaçla arzulayan kişi ona ulaşamayacaktır. Nitekim hakikateler şüpheli şeylerle bir arada bulunduğu için hakk’a ulaşmak zordur (el-Şukûk, s. 3). Araştırmacıda bulunması gereken ikinci özellik ise hâkim bilgiye güvenmemektir. İbn Heysem, insanlarda âlimlere hüsn-i zan besleme meyli olduğunu fakat bunun hakikatin önünde engel oluşturduğunu düşünür. Gerçek ve doğru bilgi’yi talep eden kişi ilmî eserlerde okuduklarından mütereddit olmalı, müellifin söylediğinin ne olduğuna değil sadece hüccete ve burhana tâbî olmalıdır. Bu tutumla, araştırmacı metni ve haşiyelerini bütün yönlerden sorgulamalı, her önerme ile cedelleşmeli ve metnin tüm girdi-çıktılarını tartışmalıdır (el-Şukûk, s. 3).

Üçüncü ilke ise bilgi ve insan doğası arasındaki ilişki üzerinedir. Bu ilke âlimlerin/bilim adamlarının da yanılabilir olduklarının farkında olunmasıdır. Zira onlar da diğer insanlar gibi bilgide eksikliğe, hatalara ve istikâmette sürçmeye karşı Allah tarafından korunmazlar. Şayet öyle olsaydı hakikate dair konularda görüş ayrılığı olmazdı. İbn Heysem şüpheyi bir adım daha ileri götürerek araştırmacının kendisinden de sakınması gerektiğini söyler. Araştırmacı bunları yaparken hiçbir noktada kendi görüşünün doğru yolda ilerlediği vehmine kapılmamalıdır. Ancak bu şekilde yapılan çalışmalarda hakikatin kapıları açılır, mütekaddim âlimlerin eserlerinde bulunan eksiklikler ve şüpheli şeyler araştırmacıya zâhir olur (el-Şukûk,  s. 4).

İbn Heysem uzun yıllar fizik ve matematik alanlarındaki teoriler, mevcut bilimlerde ve dini ilimlerde derinleşir. Hakk’ın tek olduğuna inandığı için bu alanlar içinde hakk’a menhec (yöntem) olacak bir yöntem arar fakat bulamaz (Uyûn, s. 98). Yöntem arayışının sonunda gerçek ve doğru bilgiye sadece “unsuru hissî, sûreti aklî olan görüşler” aracılığı ile ulaşılabileceğine karar verir. Bu özelliklerden birincisi; unsurun hissî olması, bilgi elde edebilmek için öncelikle insanın duyularına konu olan mahsûs bir şeyin varlığını gerektirir. İbn Heysem bu koşul ile bilimsel araştırmanın nesne alanını fiziksel fenomenlere; olgu ve olaylara indirgemiştir; yani, bilgi ilk aşamada maddeden çıkartılır. İkinci koşul ise unsuru hissî olan bu şey’in akledilebilir bir sûretinin (formunun) olmasıdır. Zira akledilebilir formu olmayan bir şey’in bilgisi paylaşılabilir bir bilgi olamaz, oysa ki rasyonel/istidlâlî/çıkarımsal bilginin temel özelliklerinden biri paylaşılabilir olmasıdır. Aynı şekilde rasyonel olmayan bilgi ve tecrübeler bilimin bilgi kategorisinin haricinde kalır. Sonuç olarak, insan gerçek ve doğru bilgiye dair yolculuğuna hissî/mahsus olan tikel nesneden başlar ve sonrasında onun akledilebilir/makûl olan tümel tasavvuruna ulaşarak, o şeyin ilmini, diğer bir değişle hakikatini elde eder: “Marifet eşyayı birbirinden ayıran formları (sûretleri) bilmektir, ilim ise eşyanın hakikatini bilmektir. (Semerâtü’l-hikme, s. 286).

İbn Heysem, kullanılan yöntemin araştırma nesnesini değiştirdiğini düşünür. Aynı konuyu/nesneyi araştıran gruplar arasındaki ayrılığın sebebi bu grupların nesneye dair algılarının farklı olmasıdır; bu algı farkı ise her bir grubun kullandığı yöntemin farklı olmasından kaynaklanır. İbn Heysem optik sahasında farklı sonuçlara varmış matematikçiler ile fizikçileri vardıkları sonuçlar bakımından ihtilafta, araştırılan konu bakımından ise hilafta görür (Menâzir, s. 3) Arapça’da ihtilaf mesâilde ve ayrıntılarda ayrılık içinde bulunma anlamına gelirken, hilaf usûlde ve ilkelerde ayrılık anlamındadır. Bu iki grubun elde ettiği sonuçlar birbirine yakın görünse de, araştırma nesnesine dair algıları kullandıkları yöntemler sebebiyle çok farklıdır.

İbn Heysem matematik ve fizikçilerin konu bakımından hilaflı, sonuçlar bakımından ise ihtilaflı olan görüşlerinin hatalı kısımlarını tespit etmiş, yeni yöntemi ile bir terkip yapmıştır. Kitab el-menâzir’in girişinde terkibini şöyle anlatır: “Bu konuda (optik alanında) araştırma yapmanın bütün belirsizliğine ve görmenin hakikatinin bilgisine ulaşmak zor olmasına rağmen bu konudaki araştırmalar doğa bilimleri ile matematik bilimlerinden mürekkeptir. Doğa bilimlerine olan ilişkisi görmenin duyulardan biri olması sebebiyledir çünkü duyular da doğal (fizikî) olaylardandır. Matematik bilimleriyle ilişkisi ise şöyledir; göz (el-basar) şekli, konumu, büyüklüğü, hareketi ve sükûnu idrâk eder. Aynı şekilde, bunlara ek olarak, görme olayında (ışığın üzerinde uzandığı) doğrusal çizgiler vardır. Tüm bu durumların araştırılması matematik bilimleri ile mümkündür. Bu da açıkça gösterdi ki; görme olayının araştırılması doğa bilimleri ile matematik bilimlerinden mürekkeptir” (Menâzir, s. 4).

Bu terkip iki eski teorinin basit bir şekilde bir araya getirilmesi olmayıp niteliksel bir fark taşır. İbn Heysem ışığın yol alma koşullarını görmenin koşullarından ayırırken, ışık ve renk formlarının düz çizgiler üzerinde gözden içeri girmesi şeklindeki matematiksel modeli muhafaza eder (Bizri, s. 213). Bu yeni yöntem, hem gözün fizyolojisi ve algı psikolojisi ile bağlantılı yeni bir görme teorisini, hem de geometrik optik ile fiziksel optiği birleştiren yeni bir ışık teorisini haizdir (Râşid, s. 661). Diğer bir niteliksel farklılık ise matematiğin işlevi ile ilgilidir. Klasik bilim tasnifinde, hususan Meşşaî gelenekte, fizik nedeni (scientia propter quid); matematik olguyu (scientia quia) verirken, İbn Heysem için fizik olguyu, matematik ise nasılı verir (Sabra, s. 453). Bu, İbn Heysem’in klasik bilim geleneğinden ayrıldığı önemli bir noktadır. Matematik bu sayede teleolojik (gayesel, ereksel) yaklaşımların metafizik çatısı olmaktan çıkıp, hareketin ve sükûnetin nasıl oluştuğunu inceleyen bir bilim haline gelmiştir. İbn Heysem genel anlamda bu terkip ile farklı yaklaşımları olan iki disiplini sentezlemiş, özelde ise fiziği matematikleştirmiştir.

İbn Heysem’in fiziği matematikleştirmesi esas itibariyle mekânı geometrikleştirmesi ile gerçekleşir. Fi el-mekân adlı risalesinde mekânı “maddesi olmayan ve tahayyül edilen bir cisim” (90) şeklinde tanımlayan İbn Heysem, geometrik mekân anlayışı ile Aristoteles’in fiziksel mekân anlayışını yıkar. Doğaya ve doğal olgulara yaklaşımı Aristoteles ile farklı olan İbn Heysem, Arşimet ile benzerlik gösterir; ikisi de elde ettikleri sonuçları günümüzde kuantitatif fizik olarak adlandırılan matematiksel bir yöntemle açıklamışlardır (Winter, s. 80). Örneğin, İbn Heysem, ışığın yansıma ve kırılma açılarına dair çalışmalarında yaptığı gibi, fiziğin sorularına matematiği uygular. Benzer şekilde Arşimet de kaldıraç prensibini, yani fiziksel bir bilineni, silindirin içine yerleştirilmiş olan kürenin hacmini bulmakta kullanır. Temeli matematiksel olan bu bilim terkibi, Arşimet’in “fiziksel bir fenomenin/problemin etkileri matematiksel olarak çıkarılmalıdır” (Saud, s. 23) ilkesine dayanır.

 Yeni Görme Teorisi

İbn Heysem matematik ve fizik disiplinlerinden devşirdiği terkip ile yeni görme ve yeni ışık teorileri üretir. Onun teorilerinin önceki teorilere kıyası şu şekildedir: Fizikçiler görme olayının, görülen nesnenin formunun gözün içine girmesi ile olduğunu düşünmekteydiler. İbn Heysem, yaptığı müteaddit deneyler ve teorik çalışmalar neticesinde nesneden göze bütüncül bir formun gelmediğini; gözün nesneleri nokta bazında gördüğünü keşfeder. Daha sonradan nokta radrasyonu (Sabra, s. 461) olarak adlandırılan bu durum; cisim yüzeyindeki her noktanın kendi etrafına gönderdiği (saçtığı) ışık ve renk formları sayesinde görüldüğü; cismin bir bütün form şeklinde görülmediği kuramıdır. Buna rağmen, nesneler insanlar tarafından bütüncül formlarda algılanırlar. Bunun sebebi, insanda bulunan temyiz gücünün (el-kuvvet el-mumeyyize) tek tek noktaların ana hatlarını ve parçalarını zihinde birleştirerek (Menâzir, s. 114) anlamlı bir bütünü görmeyi başarmasıdır. Göz, nesneye her baktığında formlar görme fakültesine karışık ve düzensiz bir biçimde gönderilir. Temyiz gücü ise bu ham maddeden doğru formları inşa eder. Görsel algıda bazen hataların oluşması da görsel algının önemli bir kısmının temyiz gücü ile gerçekleşmesinin sonucudur. Bu anlamda form, ham maddesi duyular olmakla birlikte, netice itibariyle temyiz gücünün idrâk ve inşa ettiği bir üründür (Menâzir, s. 120). İbn Heysem böylelikle fizikçilerin iddia ettiği gibi nesneden göze giren bütüncül yapıda bir formun olmadığını göstermiştir.

Nesneleri; kendinden ışıklı, opak, aynalar (opak nesnelerin özel bir çeşidi) ve şeffaf (hava ve su gibi) nesneler olarak dört kategoriye bölen İbn Heysem’e göre opak cisimler ışığı ışık kaynağından alır ve kendilerinde sabitlerler. Sonrasında, sanki kendinden ışıklı bir nesneymiş gibi ışığı yüzeylerindeki her noktadan her yöne doğru düz çizgiler üzerinde saçarlar (Menâzir, s. 33). Sonuç olarak, ister kendinden ışıklı olsun, isterse ışığı arâzî olarak yayıyor olsun ışığın kaynağı görülen nesnenin kendisidir (Winter, s. 196). İbn Heysem matematikçilerin gözden çıkan ve görmeye yarayan somut ışınlarını soyut/hayalî ışınlar olarak ele almış ve yaptığı karanlık oda deneylerinde ışığın düz çizgiler üzerinde uzandığını kanıtlamıştır. Görülen nesneden gelen ışık ve renk formlarının bu düz çizgiler üzerinde göze ulaştığı sonucuna varmıştır. Böylece ışığı kıran bir yapıda olduğu düşünülen göze, nesneyi temsil eden formların nasıl bozulmadan girdiği gösterilmiştir (Sabra, s. 163).

 Bilgi Teorisi

İbn Heysem’in bilgiye yaklaşımı riyâzîdir, bu konuda yazdığı Fi el-ma’lûmat risalesi de ‘bilinebilir matematiksel nesneleri’ tanımlama amacı güder.  Bu yaklaşım Yunan biliminden devralınan matematiksel mirasın optik alanındaki çözümsüz problemlerine çözüm bulunmasını sağlamıştır (Beshera, s. 56). “Tahlil sanatı bilindiği söylenen şeyler (ma’lûmât) olmadan tamamlanmaz” diyen İbn Heysem, ma’lûm olduğu düşülen önermelerin tahkik edilmesi gerektiğini savunur. İbn Heysem ilim (bilgi), âlim (bilen) ve ma’lûmun (bilinen) tanımlamalarını mânâ terimi üzerinden yapar. Mânânın misdâkı içinde bulunduğu metne göre değişiklik gösterir. Kitâb el-menâzir gibi optik metinlerinde el-ma’âni el-mubsara görülen nesnenin fizikî özellikleri anlamındadır. Fi’l-ma’lûmât’ta ise mânâ önerme anlamında kullnılır. İbn Heysem ‘bütün parçadan büyüktür’ önermesinin ‘(doğruluğuna) inanılan bir mânâ’ olduğunu söyler. Mânâyı kavram, problem ve çözüm anlamlarında da kullanmıştır (Hogendijk, s. 66).

İbn Heysem’e göre, ilim değişmeyen bir zandır, zan ise herhangi bir mânâya olan inançtır (Ma’lûmât, s. 93); yani, ilim değişmeyen bir mânâya (önermeye, kavrama, özelliğe, yargıya) o her nasılsa o şekilde inanmaktır. Burada, inancın oluşumu için iki unsur gereklidir; birincisi inanılan bir mânânın varlığı, ikincisi ise o mânâya inanan bir kişinin varlığıdır. İnanılan mânâ kesinlikle değişmeyen bir mânâ olmalıdır; aksi takdirde ona dair inanç ilimden sayılmaz. Nitekim, İbn Heysem tikel durum ve yargıların  ilimden sayılmayacağını belirtmiştir. ‘Zeyd ayaktadır’ cümlesini örnek veren İbn Heysem bu önermenin ancak zamanla mukayyet olursa geçerli olacağını söyler (Ma’lûmât, s. 63). Esasen bu durumda dahi bu önermenin ilimden sayılması mecâzendir. Kısacası, İbn Heysem’e göre üç farklı bilgi kategorisi vardır:

  • Yargının ait olduğu nesneye ilişkin mânâ değişken ise ilim değildir.

  • Muayyen bir zaman için değişmez (sabit) ise mecâzî anlamda ilimdir.

  • Mukayyet değil mutlak (tüm zamanlar için geçerli) ise ilimdir.

İnancın (ilmin) var olabilmesi için İbn Heysem değişmeyen bir mânânın varlığı ile o mânâya inanan birinin, yani, âlim’in varlığını şart koşar nitekim ilim ancak âlim içindir (Ma’lûmât, s. 63). İlmin değerlendirilmesi kısmı da âlim üzerinden gerçekleşir; ilmin iki derece olduğunu ifade eden İbn Heysem’e göre ilimde ilk (ve asgari) derece değişmeyen bir mânâya inanmaktır. İkinci derece ise, o mânânın değişmediğini bilmektir. İlim konusunda yaptığı derecelendirmeyi âlim için de yapan İbn Heysem; değişmeyen bir mânâya inanıp, o mânânın değişmediğini bilmeyen kişinin o mânâyı bilmesi sebebi ile âlim sayılacağını ama bu kişinin inandığı mânânın değişmediğini bilmemesi sebebi ile bildiğini bilen bir âlim olmayacağını ifade eder. İkinci ve daha yüksek derecede ise kişi, değişmeyen bir mânâya inanır ve o mânânın değişmediğini bilir. Bu kişi, hem değişmeyen bir mânâya inanması ile âlimdir, hem de o mânânın değişmediğini bilmesi ile bildiğini bilen bir âlimdir (Ma’lûmât, s. 93). Mânâları muttasıl ve munfasıl olarak ikiye ayıran İbn Heysem, muttasıl manaların; nesnelerin hat, satıh, ağırlık ve zaman gibi özellikleri olduğunu, munfasıl manaların ise harfler ve sayılar olduğunu ifade eder. İbn Heysem bahsettiği niceliksel manaların matematik problemlerinin çözümünde önerme ve malûmât olarak kullanıldığını, ve bunlar olmadan matematik problemlerinin çözülemeyeceğini belirtir (Ma’lûmât, s. 144).

 Öne Çıkan Eserleri

  • Kitâb el-Menâzir: nşr. A.I. Sabra, National Council for Culture, Arts and Letters, Kuveyt 1983.

  • Kitâb Semera el-Hikme:  nşr. Omar Cemi et-Talibî, Mecmuatü’l-Luğati’l-Arabiyye bi-Dimeşk, c. 73/2, s. 261-310.

  • Risâle fi’l-Mekân: ed. Fuat Sezgin, Islamic Mathematics and Astronomy,  Institut für Geschichte Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt 1998, c. 75.

  • eş-Şukuk ala Batlamyus: nşr. A. I Sabra, N. Shehaby,  The National Library Press, Kahire 1971.

  • Fi’l-Ma’lûmât: nşr. Rüştü Râşid, Mideo, Paris 1993, c. 21, s. 87-275.

  • Makale fi‟t Tahlil ve't-Terkip: ed. Rüştü Râşid,  Mideo, Paris 1991, c. 20, s. 31-233.

  • Fi’d-Dav: ed. Fuat Sezgin, Islamic Mathematics and Astronomy,  Institut für Geschichte Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt 1998, c. 75.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu