Hayatı

Hasan Kâşânî hakkında günümüze pek az bilgi ulaşmıştır. Bu mûsikîşinâs hakkındaki tek kaynağımız, Kenzü’t-Tuhaf adlı eseridir. Kendisi eserin besmele kısmındaki son şiirin on birinci beytinde "Eger çi mevlüd ü menşe’-i men ze Kâşân est” (Her ne kadar benim doğum yerim ve menşe’im Kâşân ise de) diyerek Kâşân’lı olduğunu belirtmistir.  Aynı şiirin on beşinci beytinde ise “Hasan, tarîk-i edep nîst derd-i ser dâden” (Hasan, edebin yolu baş ağrıtmak değildir) diyerek isminin Hasan olduğunu belirtmiştir. Kenzü’t-Tuhaf’ın bazı kısımlarını aynen tercüme ederek eserine alan Ahmedoğlu Şükrullah, bu şiiri aynen cevirmiş fakat Kâşân’lı olduğunu belirtilen beyti “Cemişkezekli” şeklinde değiştirmiş; Hasan kelimesinin geçtiği beyti ise tamamen çıkarmıştır. Bu durumda söz konusu beytin mahlas beyti olma ihtimali daha da artmaktadır. Bütün bunlardan hareketle müellifin adının Hasan Kâşânî olduğuna kanaat getirebiliriz. Müellifin doğum yeri olan Kâşân, İran’da çinileriyle ünlü tarihi bir şehirdir. Isfahan’ı Tahran’a bağlayan tarihi karayolu üzerine kurulmuştur. XI. Yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasından sonra önem kazanmıştır. Timurlular döneminde şehir bir ilim ve edebiyat merkeziydi. Hasan Kâşânî’nin eserini kaleme aldığı dönemde ve sonraki yüzyıllarda yapılan mûsikî çalışmalarında onun ismine tesadüf edilmemektedir. Yalnızca bir kaç eserde Kenzü’t-Tuhaf risâlesinden bahsedilmiştir. XV. yüzyılda Osmanlı sahasında kaleme alınmış olan ve Kenzü’t-Tuhaf’dan yararlandığı tespit edilen Ahmedoğlu Şükrullah’ın Edvâr-ı Mûsikî isimli eserinde, müellif yararlandığı isimleri zikrederken Hasan Kâşânî ismini anmamıştır. Bunun yerine Hasan Kâzerûnî ismini zikretmiş ve bu da Kenzü’t-Tuhaf’ın yazarı konusunda özellikle Türkiye’deki araştırmacılar arasında bir yanılgıya yol açmıştır. İran’da yapılan araştırmalarda ise, önceleri Kenzü’t-Tuhaf, müellifi bilinmez olarak kayıtlıyken daha sonra Hasan Kâşânî ismi üzerinde mutabık olunmuştur.

Öğretisi

Hasan Kâşânî’nin mûsikî düşüncesi ve nazariyatı ile ilgili öğretileri, elimizdeki tek eseri olan Kenzü’t-Tuhaf vasıtasıyla anlaşılmaktadır. Kenzü’t-Tuhaf, XIV. yüzyılda müzik hakkında yazılmış tek müstakil risâle olması ve döne­min mûsikî tasavvurunu aktarması bakımından önemli bir kaynaktır. Özellikle perde­lerin ilk olarak bu kaynakta isimlendirilmesi, dönemin çalgıları hakkında verdiği ayrın­tılı bilgiler ve çizimler, mûsikî astronomi ilişkisi, müziğin insan üzerindeki tesiri, müzis­yenlere öğütler gibi konularda edebî bir üslupla yer alan geniş bölümler bu risâlenin önemini arttırmaktadır. İsim olarak “Hediyeler hazinesi” anlamına gelen Kenzü’t-Tuhaf, 1355 yılında Isfahan’da yazılmış Farsça bir mûsikî risâlesidir. Hasan Kâşânî’nin bu eserinde, genel olarak mûsikî tasavvurunu üç ana başlık etrafında şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki, ses, aralık, perde, îkâ, kompozisyon gibi, mûsikînin nazarî ve teknik konularıdır. İkincisi, sazların ölçüleri, ağacı, telleri gibi konularda ayrıntılı bilgilerin yer aldığı sazlar kısım­dır. Üçüncüsü ise, mûsikîşinaslara öğütler, mûsikînin insan üzerindeki tesiri ve mito­lojiyle ilişkisi gibi, yazarın felsefi bilgilerine ve kişisel fikirlerine dayanan bilgileri içe­ren kısımdır.

Mûsikî Nazariyatı Tasavvuru

Hasan Kâşânî’ye göre, mûsikî iki kısımdan oluş­maktadır. İlki nağmelerden meydana gelir ve müellif bunun “te’lif” yani kompozisyo­nu oluşturan kısım olduğunu söyler. İkinci kısım, bu nağmelerin kendi aralarındaki uyu­mudur. Bu kısmın ise “îkâ” yani usûl, ritim kısmı olduğu belirtilmektedir. Müellife göre te’lif ve îkâ, birbirine bağlı iki ilimdir.

Hasan Kâşânî’ye göre ses, iki cismin havada çarpışmasından ortaya çıkan titreşim­dir. Nağme ise iki sesin birbirine göre durumu olarak görülmektedir. Bu seslerden biri diğerine göre pes, diğeri ise tizdir. Kâşânî’ye göre destan, yani perde, telli sazların sapından nağme çıkmasına yarayan işaretlerdir. Müzik, bu nağmeler üzerinden gider. Kâşânî, bir telin 17 ses çıkarabildiği­ni belirtmiştir. Bu teli, klasik kaynaklarda olduğu gibi, uzun bir çizgi olarak düşünmüş; çizginin bir ucuna A işareti, diğer ucuna M işareti koymuştur. Daha sonra teli özel bölümlere ayırarak diğer perdele­rin yerini bulmuştur. Kâşânî, tel üzerinde bu işlemleri yaparken perdelerin isimlerini zik­retmemiştir. Ancak daha sonra, eserin ikinci makalesinin yedinci faslında, mürekkeple­ri anlatırken perdelerin ismini vermeyi gerekli görmüştür. Ud üzerindeki parmak pozis­yonlarına göre verdiği bu isimler, dügâh, segâh, çargâh, pençgâh ve hüseynîdir. Eserde daha önce bahsedilen perdelerin tamamının isimleri verilmemiş olsa bile, eserin yazıldığı dönemde bu isimlerin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüz­den, perde isimlendirmesinin yapıldığı bilinen en erken kayıt, Kenzü’t-Tuhaf’tır diyebi­liriz.

Kâşânî’ye göre, bir çizgi çizmeye nasıl nokta ile başlanırsa aralık da nağmenin başlan­gıcıdır. Biri tizde, diğeri ona göre peste olan iki sesin birbirine göre uyumuna aralık denir. Kâşânî, ayrıca aralıkları uyumlu ve uyumsuz olmak üzere ikiye ayırmıştır. Uyumlu aralığın nefiste lezzet yarattığını, uyumsuz aralığın ise bunun zıddı olduğunu söylemiştir. Bunun sebebi olarak da iki ses arasındaki oranın uyumsuz, kötü olmasını göstermiştir.

Hasan Kâşânî, bütün edvarlarda ve mûsikî risâlelerinde olduğu gibi, mûsikî ile ilgili bazı nazari meseleleri ud üzerinden açıklamıştır.

Ayrıca Kâşânî, Ud tellerinden her birinin anâsır-ı erba’a, yani dört elementten biri­ni temsil ettiğini söylemektedir. Buna göre Zir telini temsil eden element ateş, Mesnâ telini temsil eden element hava, Misles telini temsil eden element su, Bam telini temsil eden element ise topraktır.

Hasan Kâşânî, îkâ terimini, “Birbirine uygun aralıkları olan zaman uzunlukları” olarak tarif etmiştir.

Müellif, îkâ’ı muttasıl ve munfasıl, yani sürekli ve aralıklı olarak ikiye ayırmıştır. Kâşânî, bu kısım­da meşhur yedi îkâ’ın tanım ve tarifine değinmektedir. Konunun başında, “Mevlânâ Safiyyüddin Baridallah’dan rivâyetle” diyerek Safiyyüddin Urmevî’den yararlandığını bildirmiş olur.

Mûsikî Sazları Hakkındaki Tasavvuru

Müellif, Kenzü’t-Tuhaf’da sazlar konusuna ayrı bir bölüm açmış ve sazları iki kısım­da incelemiştir: Kâmil (tam, olgun) sazlar ve nâkıs (kusurlu, eksik) sazlar. Eserin üçüncü makalesi olan bu bölüm boyunca işlenen dokuz sazın her biri için, ayrın­tılı olarak şekil tarifi, yapım esasları gibi konulara değinen müellif, bölüm sonunda, saz yapımında kullanılan tellerin cinsleri ve özellikleri hakkında bilgi vermiştir. Sazları tarif ederken karış, parmak ve açık parmak gibi doğal ölçü birimleri kullanmıştır. Kâmil saz­lar içinde sıraladığı sazlar: Ud, Gışek, Rebab, Mizmar ve Bîşe; nakıs sazlar içinde sırala­dığı sazlar ise Çeng, Nüzhe, Kanun ve Mugni’dir.

Mûsikî’nin Tesirleri ve Mûsikî Felsefesi Hakkındaki Tasavvuru

Kâşânî, eserinde müzisyenlere temel olarak kendi mensup olduğu millet ve mezhebin gereklerine riayet etmeyi, daima ibadet ve salahiyet halinde olmayı, edepli olmayı, arsız olmamayı, nefse uymaktan, az yemekten, az uyumaktan kaçınmayı, cahillerle çok fazla bir arada olmayı alışkanlık haline getir­memeyi, Zühre yıldızı için yazılmış duaları okumayı (bu dualar daha sonra müellif tara­fından verilmiştir), dünya hayatından yapabildiği kadar uzak durmayı, sürekli temiz ve güzel kokulu elbiseler giymeyi, daima güler yüzlü olmayı tavsiye etmektedir.

Kâşânî’nin, başka bir fasılda İbn Sînâ’dan naklettiğini ifade ettiği bilgilere göre, mûsikî, sihrin bir şubesidir ve insan tabiatında var olan heyecan, muhabbet onunla ortaya çıkar. Kadınların mûsikîye daha meyilli olduğunu ifade eden Kâşânî, mûsikîden zevk alındığında insanda görünen şeyleri şu şekilde sıralar: yüzün rengi değişir ve istemsiz olarak başlarını sağa sola sallamaya başlarlar.

Kâşânî, eserinde müzik ve astroloji ilişkisine dair pek çok bilgiye yer vermiştir. Bu bil­giler arasında en öne çıkanı, Zühre yıldızının müzikle ilişkisine dair olanlarıdır. Bundan da önce, müziğin kaynağına dair, mitolojik bilgiler olarak niteleyebileceğimiz bazı iddialarda bulunur. Kâşânî, müziği sınıflandıran ilk âlim olarak Pisagor (Pyhtagoras) ismini işaret eder. Bu isim pek çok mûsikî âlimi tarafından da mûsikî ilminin kurucu­su kabul edilmektedir. Yine benzer bir şekilde, Pisagor’un öğrencilerine, “Ben bu nağ­melerin bazılarını, gezegenlerin hareketinde işitiyorum, o yüzden biliyorum.” dediğini, Kâşânî de rivayet eder. Bu ilmi ilk sınıflandıranların, Pisagor’dan sonra sırasıyla Eflâtun, Aristotales ve Batlamyus olduğunu ve daha sonra gelen âlimlerin bu sınıflandırmala­rı kabul ettiğini bildirmiştir.

Zühre yıldı­zı, doğu mitolojisinde pek çok efsaneye konu olan, Tan ya da çoban Yıldızı olarak da adlandırılan, Batıda “Venüs” ismi verilen yıldızdır. Türk edebiyatı ve doğu edebiyatı kay­naklarında bu yıldızla ilgili olumlu ve olumsuz pek çok niteleme ve benzetme yapılmış­tır. Ancak genel itibariyle kaynakların tamamında, Zühre’nin gökyüzüne çıkarılmış, zevki, eğlenceyi ve müziği temsil eden bir kadın olduğu çıkarımı yapılabilir. Hasan Kâşânî, eserinin dördüncü makalesinin üçüncü faslını tamamen Zühre yıldızına ayırmıştır. Ünlü İslâm filozofu Şihâbeddin Maktûl’den naklen, Zühre yıl­dızı doğduğunda yapılması gerekenleri anlatır ve eserinde Nasîruddîn Tûsî’den uzun­ca bir şiire, Zühre yıldızı doğduğunda okunması gereken bir dua olarak yer verir. Bu şiir boyunca, Zühre yıldızının övülmesi ve ona “kadınların şehinşâhı” ve “Nahit” olarak hitap edilmesi dikkat çekmektedir. Ayrıca şiirin sonunda şairin Zühre yıldızına, kendisi­ni sevdiğinden ayırmaması şeklinde dua ettiği görülür.

Öne Çıkan Eserleri

  • Kenzü’t-Tuhaf: Merkez-i Neşr-i Danişgahi, Tahran 1992.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu