Hayatı

İslâm düşünce tarihinde lakap ve nisbe benzerlikleri dolayısıyla bazen Sühreverdî el-Maktûl ile karıştırılan Ebû Hafs Sühreverdî, 1 Şâban 539’da (27 Ocak 1145) Irâk-ı Acem bölgesinin Cibâl eyaletinde Zencan’a bağlı Sühreverd’de doğdu. Soyu Hz. Ebû Bekir’e uzandığı için Bekrî, Teymî ve Kureşî gibi nisbelerle anılan, birçok âlim ve sûfî yetiştirmiş seçkin bir aileye mensuptu. Nitekim babası Ebû Ca’fer Muhammed ve amcası Ebü’n-Necîb Ziyâeddin Abdülkâhir (ö. 563/1168) Sühreverdî nisbesiyle anılan âlim ve sûfîlerdendi. Sühreverdî’nin henüz bebekken kaybettiği babası Bağdat Nizamiye Medresesi’nde okumuş, ardından aynı medresede müderrislik yapmış, daha sonra Sühreverd kadısı iken bir iftira sonucu idam edilmişti. Onun tahsil hayatındaki dönüm noktası on altı yaşlarında Bağdat’a giderek amcası Ebü’n-Necîb’in halkasına katılmasıdır. Bağdat’ta, önce Ebü’n-Necîb’den ders okudu. Şâfiî fıkhını amcasının muhitinden Ebü’l-Kâsım b. Fadlân ve Ebü’l-Muzaffer Hibetullah b. Ahmed eş-Şiblî’den, hadis ilmi ve diğer mütedavil ilimleri Ebü’l-Feth İbnü’l-Battî, Ma’mer b. Fâhir, Ebû Zür’a el-Makdisî, Ebü’l-Fütûh et-Tâî gibi âlimlerden tahsil etti. Kelâm ilmine meyli varken amcasının da arkadaşları arasında olan Abdülkâdir-i Geylânî’nin tavsiyesi onu bu meyilden vazgeçirdi. Ancak kısa bir müddet sonra Abdülkâdir-i Geylânî ve amcası Ebü’n-Necîb’in vefat etmesi onu mürşid bulma maksadıyla seyahatler yapmaya mecbur bıraktı. İlk olarak Basra’ya gitti.  Burada Ebû Muhammed Abdullah el-Basrî’nin sohbetlerine devam etti. Daha sonra tasavvuf tarihinin ilk dönemleri açısından önemli bir değeri bulunan Basra körfezindeki Abadan’a giderek “abdal” diye anılan erenlerle görüştüğü ve Hızır’la sohbet ettiği anlatılır. Yine burada İbnü’l-Arabî’nin de eserlerinde atıf yaptığı Ebü’s-Suûd el-Bağdâdî’nin sohbetlerinde bulundu ve uzun halvetler çıkardı. Ardından tekrar Bağdat’a dönerek amcası Ebü’n-Necîb’in Dicle nehri kenarındaki tekkesinde ve 590/1194 yılında Makber mahallesinde vaaz ve irşada başladı.

Sühreverdî etki bırakan bir hatip olarak tanındı ve tavırları sadece bulunduğu muhitte değil şehrin tamamında büyük ilgi topladı. Bu esnada kendisine intisap edenlerin sayısı çoğalmaya başladı. Faaliyetleri Abbasî sarayının dikkatini çekti ve idareci sınıftan sohbetlerine katılımlar olmaya başladı. Nitekim halife Nâsır-Lidînillâh, Sühreverdî’yi ziyaret ederek baş başa görüşmüş ve kendi adına yaptırdığı tekkeye onu şeyh tayin etmiştir. İktidarla kurduğu olumlu ilişkiler dolayısıyla, Nâsıriyye, Bistâmiyye, Me’mûniyye gibi tekkelerin şeyhliği de Sühreverdî’ye verilmiş, bu yüzden kendisi döneminde “şeyhü’ş-şüyûh” unvânıyla şöhret bulmuştu. Nâsır-Lidînillâh yönetiminin fütüvvet teşkilâtına dönük siyasetine de öncülük eden ve pek çok yeni tekke açılmasına ön ayak olan Sühreverdî, yer yer diplomatik görevler de üstlendi. Hilâfet merkezi ile çevre otoriteler arasında elçilik vazifesi yaptı. Meselâ Dımaşk’a Eyyûbî Sultanı el-Melikü’l-Eşref Mûsâ’ya elçi olarak gitmiş, burada gayet güzel karşılanmış, kendisine büyük bir saygı gösterilmişti. Bağdat’ı almak üzere büyük bir ordu ile 614’te (1217) yola çıkan Hârizm Sultanı Muhammed b. Tekiş’le hilâfet merkezini temsilen görüştüyse de onu fikrinden döndüremedi. Muhammed b. Tekiş’in bu harekâtı uygunsuz iklim koşulları sebebiyle başarısız olmuştur. Sühreverdî, 617’de (1220) Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’in Bağdat’a gelişi esnasında kafileyi büyük bir kalabalıkla karşılayanlar arasındaydı. 618’de (1221) ise halifeden aldığı menşûru Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad’a götürmek için Anadolu’ya doğru yola çıktı. Malatya’da Necmeddîn-i Dâye ve Konya’da Bahâeddin Veled ile görüştü. 628’de (1231) hac için Mekke’ye gitti ve burada İbnü’l-Fârız ile tanışarak onun oğullarına ve diğer bazı sûfîlere tarikat hırkası giydirdi. Ömrünün sonuna doğru görme melekesini yitirmesine ve kötürüm olmasına karşılık cuma vaazlarına çıkmayı sürdüren Sühreverdî, 1 Muharrem 632’de (26 Eylül 1234) vefat etti. Vefatından sonra oğlu Ebû Ca’fer İmâdüddin Muhammed b. Ömer es-Sühreverdî, onun çizgisini aynı doğrultuda sürdüren faaliyetler ortaya koymuştur.

Öğretisi

Sühreverdî’nin tasavvuf tarihi açısından en önemli yönü, tarikatların kuruluş döneminde yaşaması ve ortaya çıkan süreçlerde aktif bir rol üstlenmesidir. Gençliğinden itibaren tarikatların yapısını şekillendiren düşünce ve uygulamaları yakından tanıyan Sühreverdî, edindiği tasavvufî birikimi iktidarla ilişkileri çevresinde hem eser yazarak hem de siyasî hamleler geliştirerek ilerletmeyi başarmış bir figürdür. Bu çerçevede onun Ebü’n-Necîb Abdülkâhir es-Sühreverdî ile ilişkisi tasavvufî tavrındaki en temel belirleyici sayılmalıdır. Çünkü Nizâmiye medreselerinde Gazzâlî sonrasında kimlik kazanan tasavvufî tavrın önemli bir temsilcisi olan Ebü’n-Necîb, Ebû Hafs Sühreverdî’nin hem amcası hem de hocasıdır. İlaveten Sühreverdî, irşâd makamına amcası Ebü’n-Necîb’in tekkesinde başlamıştı. Bu açıdan gençliğinde Abdülkâdir-i Geylânî ile karşılaşarak ondan etkilenmiş olması onun kimliğinin nasıl oluştuğunu gösteren ipuçları arasındadır. Sühreverdî, içinde yetiştiği muhit dolayısıyla Hallâc etkisinde gelişen ve Ahmed el-Gazzâlî ile Aynülkudât Hemedânî gibi sûfîlerin üslubunda güçlenen aşk merkezli tasavvuf söyleminin dışında kalmış bir temsilcidir. Dolayısıyla onun Evhadüddîn-i Kirmânî ile karşılaşması ve onu bid’atçı sayması inşâ etmek istediği tasavvufî üslubu ortaya koyan önemli bir örnektir. Bu bağlamda İbnü’l-Arabî ile karşılaşmasını konu alan menkıbeler de fikir vericidir. 

Sühreverdî, Cüneyd-i Bağdâdî’nin gölgesinde süregelen Sünnî tasavvufun pratiğe geçme sürecinde kurumlaşmaya dönük anlatımıyla öne çıkan bir sûfîdir. Bu da onun eserlerini belli bir düşünce sistematiğinden çok tekkelerdeki tasavvuf gündemlerinin Sünnî bir perspektiften yorumuna dönüştürür. Gençliğinde kelâm ilmine meyilli oluşu, ömrü boyunca yetkinliğini hiçbir zaman yitirmediği hadis bilgisi ve yine ömür boyunca fıkıh okutmaya devam etmesi kişiliğinin çok yönlülüğü hakkında bir tasavvur ortaya koyar. Hadis halkasından icâzet alan dikkat çekici isimlerden biri et-Tergîb ve’t-terhîb’i ile tanınan Münzîrî’dir. Fıkıh halkasının tasavvufla bütünleşmesine ilişkin önemli bir örnek ise Şâfiî fakihi İzzeddin İbn Abdüsselâm’ın onun müritleri arasında olmasıdır. Onun Gazzâlî çizgisini sürdürme biçimine bir diğer örnek ise felsefeye ve felsefî metoda kat’î surette karşı çıkması, hatta Gazzâlî’nin Tehâfüt’ünü andıran Reşfü’n-nesâihi’l-îmâniyye adı bir risâle yazmasıdır. Sühreverdî, sohbet meclisleri esnasında kendisinden etkilenen yetenekli kimselere hırka giydirmek gibi bir metot benimsemişti. Bu metot, yolu Bağdat’a uğrayan farklı coğrafyalardan pek çok kimseyle irtibatlı olmasını sağlamış, böylece bir yandan tasavvufî tavrını yayma imkânı bulurken diğer yandan Abbâsî hilafet merkezinin siyasî durumunu tahkim eden bir strateji geliştirmiştir. Nitekim bir tarikat olarak Sühreverdiyye’nin Hindistan havzasında yayılmasını sağlayan Bahâeddin Zekeriyyâ el-Mültânî, tarikatın Büzgaşiyye kolunun kurucusu Necîbüddin Ali b. Büzgaş eş-Şîrâzî onun bu metotla yetiştirdiği en önemli müridleridir. Menkıbeye göre Sa’dî-i Şîrâzî de Moğol istilasından kaçarak tahsil için Bağdat’a geldiğinde Sühreverdî’yi ziyaret etmiş ve ondan hırka giymişti. Sühreverdî’nin düşüncesinin ve inşâ etmek istediği üslubun çatısı Avârifü’l-maârif isimli eseridir. Şeriat merkezli bir sûfîliğin esaslarını ortaya koymak, bu türlü bir yorum biçiminin örneğini vermek ve sonuçlarını savunmak için yazılan bu eser, bir yandan konu hakkındaki olumsuz kanaatleri giderme diğer yandan mevcut fikrî karmaşayı aşan bir içerik belirleme misyonunu üstlenmiştir. Tekkelerdeki âdâb-erkânın yalnızca merasim değil seyrü sülûkün dışavurumu olduğunun tespiti, seyrü sülûkün ise keyfî içtihadlar olmayıp tamamen Kur’ân ve sünnetten doğan mânevî bir seviye olduğunun delillendirilmesi Avârif’in bütün bâblarının temel kaygısıdır. Müslüman toplumun tanıdığı derviş tiplerini ve tarikat zümrelerini tasnif eden, ilim anlayışları açısından tasavvufun mevkiini göstermeye çalışan, bunun yanı sıra tekke hayatına ilişkin ilkeleri düzenleme iddiasında olan bir eser olarak Avârif, ilgili konularda kendisinden sonra tekrar edilen pek çok bilginin temel kaynağıdır. Gîsûdırâz ve Abdurrahman Câmî gibi yazarlar Avârif’in içeriğini kısmen yorumlayarak yaygınlaştırmışlar, Osmanlı coğrafyasındaki tasavvufî hayat da Sühreverdî’nin neslinden gelen Akşemseddin örneğinde olduğu gibi Avârif’ten derin etkiler barındırmıştır. Avârif’in köklü etkilerine ilişkin en güçlü örneklerden biri İsmâil Ankaravî’nin Minhâcü’l-fukarâ’sıdır. Sühreverdî’ye nisbet edilen Sühreverdiyye tarikatı tarih boyunca Hindistan başta olmak üzere Orta Doğu ve kısmen Afrika’da yayılma imkanı bulmuş olup günümüzde ise Hindistan, Afganistan ve Amerika’da takipçileri bulunmaktadır.

Öne Çıkan Eserleri

  • Avârifü’l-Maârif: thk. M. Abdülaziz Hâlidî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2011; trc. H. Kâmil Yılmaz, İrfan Gündüz, Tasavvufun Esasları, Erkam Yayıncılık, İstanbul 1989; trc. Dilaver Selvi, Gerçek Tasavvuf, Semerkand Yayıncılık, İstanbul 2004.

  • Reşfu’n-nesâihi’l-îmâniyye ve keşfu’l-fazâihi’l-Yûnâniyye, nşr. Aişe Yusuf el-Mennâi, Kahire: 1999.

  • Nuğbetü’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân, Süleymaniye Ktp., Beşir Ağa, nr. 24. (Yaşar Düzenli, Şihabuddin Sühreverdî ve Nuğbetü’l-Beyân fî tefsîri’l-Kur’ân Adlı Eserin Tevbe Suresine Kadar Tahkiki, Marmara Üniv. Sos. Bil. Enst. 1994).

  • İ‘lâmu’l-hüdâ ve akîdetü erbâbi’t-tükâ, nşr. Abdülaziz es-Seyrevân, Dımaşk 1996.

  • Vesâyâ, nşr. Muhammed Şirvânî, Tahran 1396.

  • Fütüvvetnâme, nşr. Murtazâ Savvâf, Henry Corbin, Resâil-i Civânmerdân içinde, İran 1973.

  • İrşâdu’l-mürîdîn ve mecdü’t-tâlibîn, Süleymaniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 1397/1

  • er-Rahîku’l-mahtûm li-zevi’l-ukûl ve’l-fuhûm, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 2682.

  • Risâletü’s-seyr ve’t-tayr, Süleymaniye Ktp., Nafiz Paşa, nr. 428/3.

  • Cezbu’l-kulûb ilâ muvâsalati’l-mahbûb, Halep: 1328.

  • el-Makâmâtü’s-sûfiyye, nşr. Emil Me’lûf, Beyrut: 1993.

  • İdâletü’l-iyân ale’l-burhân, Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 1447. 

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu