Hayatı

1902’de Humeyn’de doğan Ruhullah Humeyni’nin ataları Nişabur’dan gittikleri Hindistan’da birkaç nesil kaldıkları ve Humeyni’nin dedeleri daha sonra geri İran’a döndükleri için aile Hindî nisbesiyle de anılmıştır. Humeyni’nin kendisi de şiirlerinde Hindî mahlasını tercih etmiştir. Henüz çocukluk yaşlarında hafız olan Humeyni dünyaya geldiği çevrede aldığı eğitimini takiben on dokuz yaşında dönemin önemli ilim merkezlerinden Erak’a gitmiş ve orada Şeyh Muhammed Gülpayigani başta gelmek üzere muhtelif hocalardan ders almıştır. Bir süre sonra şehirdeki âlimlerin ısrarı üzerine Erak’tan ayrılarak Kum’a yerleşen Humeyni, Ayetullah Abdülkerim Hairî’nin ders halkasına katılmak üzere bu şehre gitmiş ve gelişiminin en önemli bölümünü burada geçirmiştir. Burada yaygın ve muteber ilim sahası olarak görülen fıkhın yanı sıra çok teşvik edilmeyen felsefî ve irfanî konulara da eğilmeye başlamış ve bu alanda dersler de vererek, Molla Sadrâ’dan ve Sebzevârî’den metinler okutmuştur. Gençliğini Rıza Şah Pehlevi saltanatının baskın olduğu 1930’larda geçiren Humeyni’nin bu dönemde doğrudan politik sayılabilecek eylemlere karışmış olduğuna dair bir kayıt yoktur. Ne var ki 1940’lı yıllarda en önde gelen Şiî âlim olarak kabul edilen Ayetullah Seyyid Hüseyin Burûcerdî’nin Pehlevi idaresi karşısında takındığı uzlaşmacı tavrın Humeyni’de hayal kırıklığına neden olduğu ve ulemânın devlet idaresinde daha etkin bir yol alması gerektiği fikrinin zeminini hazırladığı anlaşılmaktadır. 1943-44 yıllarında yayınlanan Keşfü’l-esrâr isimli eserinde bu temayülün izlerini görmek mümkündür. Humeyni yönetim tarzı olarak monarşiye karşı çıkmadığı bu eserinde, beş âlimden oluşan bir heyetin meclise gelen kanun tekliflerini ve meclisten çıkan kanunları şeriata uygunluğu açısından değerlendirmesini ön gören 1906 anayasasının uygulanması gerektiğine vurgu yapmıştır.

1960’lı yıllar Humeyni’nin siyasî yanıyla ön plana çıktığı bir dönem olmuştur. Bunda 1961 yılında Burûcerdi’nin ölmesi kadar ikinci Pehlevi şahı Muhammed Rıza Şah’ın uygulamak istediği politikalar da etkili olmuştur. 1963 yılında uygulamaya konulan Beyaz Devrim, Şah ile Humeyni’yi geri dönülmez biçimde karşı karşıya getirmiştir. Toprak reformu ve zorunlu eğitim gibi çeşitli maddeler içeren Devrim, Humeyni açısından devletin agresif merkezîleşme politikalarını ve dini kamusal ve idari alandan tasfiye etme çabalarını temsil ediyordu. Ocak 1963’te bu girişim aleyhinde protestosunu yayımlayan Humeyni, Mart ayındaki Nevruz kutlamalarının da iptal edilmesi emrini vererek Şah’a karşı açıktan cephe almıştır. Şah’ı Yezid’e benzeten ve Şiî muhayyilesinde ağır çağrışımları olan söylemini yumuşatmayan Humeyni’nin tutuklanması kanlı 5 Haziran (15 Hurdad) olaylarına neden oldu. Modern İran tarihinin dönüm noktalarından olan olaylar esnasında Humeyni’nin tutukluluk halini protesto eden üç yüzden fazla destekçisi hayatını kaybetmiştir. Dönüm noktası niteliğindeki diğer bir olay ise bu olaylardan kısa süre sonra 1964 yılında, İran topraklarında ikamet eden Amerikalılara yasal dokunulmazlık veren yasa teklifinin kanunlaşmasıyla yaşanmıştır. Başlı başına aşağılayıcı bir uygulama olarak görülen anlaşmanın ABD ile yapılan 200 milyon dolarlık borç anlaşmasından hemen sonra gerçekleşmesi Şah karşıtları arasında derin bir infiale yol açmıştır. Hararetli bir konuşmayla kararı kınayan ve İran’ın bu uygulamayla koloniden bile aşağı bir konuma indirgendiğini vurgulayan Humeyni ulemânın etkin olduğu bir devlette bu tarz bir politikanın söz konusu olamayacağını belirtmiştir. Bu konuşma Humeyni’nin uzun sürgün yıllarını beraberinde getirmiştir. İlk olarak bir yıldan az süre kaldığı Bursa’ya sürgün edilen Humeyni buradan ayrılarak 1978 yılına kadar kalacağı Irak’ın Necef kentine yerleşmiş ve sürgündeki son aylarını da İran’a dönmeden önceki son durağı olan Paris’te geçirmiştir.

Sürgün yıllarında Şah karşıtı tutumundan geri adım atmayan Humeyni, gerek İran içerisinde birçok takipçisi olması gerekse de Necef’in önemli bir Şiî ilim ve ziyaret merkezi olması dolayısıyla İran ile kolaylıkla bağlantı kurarak fikirlerini yaymıştır. 1969-70 yıllarında bu kentte verdiği vaazların derlemesi olarak neşredilen ve Humeyni’nin Velayet-i fakîh teorisini ayrıntılandırdığı İslâm’da Devlet kitabı onun artık sadece Şah’ın şahsına değil bizatihi şahlık idaresine karşı olduğunu kesin olarak ortaya koymuştur. 1970’ler boyunca Şah, SAVAK gizli servisi marifetiyle ve ABD desteğine dayanarak, geniş halk kesimleriyle arasını açan politikalarda ısrar etmiştir. Bu süreçte Soğuk Savaş’ın da etkisiyle kimi sol hareketler bastırılmış, kimisi de toplumsal tabanını genişletmekte zorlanarak radikalleşmişti. Seküler milliyetçi ideoloji ise 1953 yılında seçilmiş Muhammed Musaddık hükümetinin devrilmesini takiben önemli yara almış ve bir daha benzer bir liderlik tesis edememiştir. Gerek İran’da İslâmiyet’in sahip olduğu toplumsal güç, gerek ulemânın elinde bulundurduğu toplumsal ağ gerekse de şahsiyeti, Şah karşıtı hareketin liderliğinin tartışmasız şekilde Humeyni’de temerküz etmesi sonucunu doğurmuştur. 1960’lar boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinde hâkim olan ve 70’lerde de canlılığını koruyan anti-emperyalist Üçüncü Dünyacı söylem Şah karşıtı dile önemli katkılarda bulunmuştur. Bu, tutumunu ‘ne Doğu ne de Batı’ olarak açıklayan Humeyni’nin beyanatına da, Celal Al-i Ahmed (923-1969) gibi devrim sürecinde sıkça referans gösterilen entelektüellerin, özellikle de Ali Şeriati’nin (1933-1977) üslubuna da yansımıştır. Şah’ın İslâm karşıtı ve muhayyel bir seküler İranlılık kimliği oluşturma çabasını güçlü İslâmî referanslarla reddeden Humeyni gerek eğitimli kesimlerden gerekse de geniş halk kitlelerinden diğer ideolojik eğilimlerle kıyaslanmayacak derecede destek görmüştür. Ülke idaresinin kontrolünü yitiren Muhammed Rıza Şah’ın 1979 Ocak ayında İran’ı terk etmesi ve bunun üzerinden bir ay geçmeden Şubat ayında Humeyni’nin Tahran’a ayak basması ile İran İslâm Devrimi fiili olarak tamamlanmıştır. Aralık 1979’da yapılan referandumda mutlak bir çoğunlukla kabul edilen anayasa ile resmi olarak İran İslâm Cumhuriyeti kurulduğu gibi Humeyni de Devrim Rehberi unvanıyla yeni rejimin mutlak hâkimi olmuştur. Humeyni 1980 yılında patlak veren İran-Irak Savaşının 1988 yılında bitmesinden kısa süre sonra 1989 yılında ölmüştür.

İslam Düşünürleri

Öğretisi

Ayetullah Humeyni İran İslâm Cumhuriyeti anayasasının temelini teşkil eden Velayet-i fakih teorisinin kurucusudur. Humeyni 1970’li yılların sonunda daha sonra İslâm’da Devlet kitabında neşredilecek bir konuşmasında dinleyicilerine şu soruyu sormuştur:  “Meselenin açıklığa kavuşması için şu soruyu soruyorum: Gaybet-i suğrâ'dan [Şii itikadına göre On ikinci İmam’ın gaybete çekildiği kabul edilen 874 yılından, takipçilerine ondan haber ulaştırdığına inanılan naiplerden sonuncusunun öldüğü 15 Mayıs 941 tarihine kadar devam eden süre] 1000 yılı aşkın bir süre geçtiği ve belki de maslahat gereği hazretin zuhuru pekala yüz bin yıl sonra da vuku bulmayabileceğine göre, bu uzun süre boyunca İslâm hükümleri yerde kalmalı, uygulanmamalı ve herkes canı ne isterse yapabilmeli midir? […] Yani Allah Tealâ kendi göndermiş olduğu hükümlerinin uygulanmasını 200 yılla mı sınırlamıştır?” Bu soru iki açıdan önemlidir. İlk olarak soru Humeyni’yi On ikinci İmam’ın yokluğunda nübüvvet halkası tamamlandığı için imamlardan başka kimsenin masum olmadığına ve hiçbir idarenin tam manasıyla meşru olmayacağına inanan geleneksel ve yaygın Şiî inancıyla karşı karşıya getirmiştir. Diğer yandan, soruya Humeyni’nin verdiği cevap yüzyıllara dayanan İran monarşik düzenine net bir alternatif öngörmekteydi. Humeyni’nin kendisi de dediklerinin yeniliğinin farkında olarak ‘gerçek İslâm size ilk anda garip gelebilir’ diye uyarma gereği duymuştur. Bunun devamında Humeyni, Gaip İmam’ın yokluğunda, şartları haiz bir âlimin (fakih) Müslümanların işlerini üstlenmesi (velayet) gerektiğini belirtmiştir. Humeyni’ye göre böylece devlet idaresi İslâmî bir hüviyet kazanacak ve devletin İslâm karşıtı bir seyir takip etmesi engellenmiş olacaktır. Esasen On iki İmam Şiî düşüncesinde On ikinci İmam’ın yokluğunda dünyevî otoritenin kime ait olduğu sorusu asırlar boyunca tartışma konusu olagelmiştir. Bu durumda, âlimlerin İmamların sahip olduğu yetkilerin birçoğuna sahip olduğunu öne süren XIX. yüzyıl Şiî âlimi Molla Ahmed Narakî (ö. 831-31), Ayetullah Nainî (1860-1936) ve Ayetullah Şeyh Fazlullah Nurî (1843-1909) gibi Şiî âlimler ulemânın devlet idaresinde sahip olmaları gereken konuma dair önemli görüşler ortaya koymuşlardır. Nitekim Ayetullah Humeyni 1979 İran Devrimi’ni takiben bu arka plana işaret etmiş ve Şeyh Fazlullah Nurî’yi İslâm Cumhuriyeti’nin fikir babası olarak ilan etmiştir. Ne var ki diğerlerinden farklı olarak velâyet-i fakîh teorisi tayin edilen Şiî âlimi devlet idaresinde söz sahibi olanlardan bir tanesi değil, devletin nihaî yöneticisi olarak ortaya koymuştur.

Öne Çıkan Eserleri

  • Âdâb-ı Namaz: Tahran 1372; çev. Seyyid Ahmed el-Fihri, el-Âdâbü'l-Ma‘neviyye li’s-Salât, Dımaşk 1984.

  • Cihâd-ı Ekber: Tahran 1373.

  • Keşfü’l-Esrâr: İntiraşarat-i Mustafavi, Kum [t.y.].

  • Velâyet-i Fakîh ya Hukûmet-i İslâmî.

  • Ahkâmü’l-İslâm beyne’s-Sâili ve’l-İmâm: Beyrut 1413.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu