Hayatı

Abdülkâdir-i Merâgî’nin doğum tarihi kesin olarak belli değilse de araştırıcılar değişik değerlendirmeler yaparak 1350-1360 yılları arasında çeşitli tarihler vermektedirler. M. Ali Terbiyet doğum tarihi için kaynak göstermeden şu bilgileri verir; Zilkâde ayının 20’si 754 (17 Aralık 1353) tarihinde dünyaya geldi”. Abdülkâdir birçok ilimde belirli seviyeye ulaşmış aynı zaman da iyi bir icracıdır. Mûsikî ilminde, zamanın hiçbir ustası, onunla boy ölçüşemez ve ondan önde olma iddiasında bulunamazdı. Hayır kitabeleri yazmakta ve taşlara tarih kazımada mucizevî bir kudrete sahipti. Üç dilde şair, altı kalemde hattat, musavvir ve kıraat ilminde oldukça mahirdi. Babası Gıyâsiddîn Gaybî ayrı ayrı ilimlerde yed-i tûlâ sahibi ve yüksek mertebelere sahiptir”. Bu fakiri de o yetiştirdi. Bende çok çalışarak onun koyduğu hedeflere ulaştım”

Dört yaşında okula gitti ve sekiz yaşında Kur’ân hafızı oldu. On yaşına geldiğindeyse sarf, nahiv, beyân ve meânî eğitimini tamamladı. Yaratılış itibarıyla, matematik ve mûsikîye eğilimi diğer ilimlere göre daha fazlaydı. Mûsikî konusunda geçmişte ve gününde yazılmış ulaşabildiği bütün kitap ve risaleleri topladıktan sonra bu ilmin ayrıntılarını içeren söz konusu kitapları dikkatle okuyup inceledi. Çok ayrıntılı olarak kitapları tercüme ve şerh etti. Abdülkâdir, babasının vefatını müteâkip doğum yeri olan Merâga’yı terk ederek seyahate çıkmış ve bir müddet Tebriz’e uğramıştır. İlk yetişme çağında, Bağdat sarayına Sultan Ahmed Celâyir ile görüşmeye giden Abdülkâdir’den Sultan “aziz dostum” diye söz eder, buna benzer birçok iltifatta da bulunurdu.

Abdülkâdir’i şöhrete kavuşturan ilk olay 11 Ocak 1377 tarihinde Tebriz sarayında, bir ramazan ayında, her nevbeti beş kıta olan otuz nevbeti tasnîf ederek yakalamıştır. Devrin bütün büyük âlimlerinin bulunduğu bu mecliste tüm sınavları geçen Maragalı şöhreti bu güne kadar gelecek işler yapmıştır. Merâgî Tebriz’de bulunduğu sıralarda Sultan Hüseyin’in arzusu üzerine 1380-1381’de 24 zamanlı “darb-ı rebî” usulünü tertip etti. Sultanın emri ile yaptığı bu 24 nakreli usulün ismi yine bizzat sultan Hüseyin tarafından verilmiştir.

Abdülkâdir, Sultan Hüseyin’in 1382’de kardeşi Ahmed Bahâdır tarafından öldürülmesinden sonra, Şehzâde şeyh Aliye intisâb etmiştir. Bundan sonrası için Merâgî Fevâid-i aşere’de Üveysin oğullarından Şeyh Ali’nin 1382’de ağabeyi Ahmed’in üzerine ordu gönderdiğini ve iki ordunun Ucan’da karşılaştıklarını, Ahmed’in direnmeyerek Alıncak Kalesine çekildiğini, bununla beraber O günü “Fetih günü” ilan eden Şeyh Ali’nin kendisinden bu günün hatırasına bir “ika devri” yapmasını istediğini ve kendisinin 49 zamanlı olarak yaptığı usûle de Şeyh Ali’nin “Darb-ı fetih” adını verdiğini anlatır.

Aynı yıl Şeyh Ali’nin saltanat mücadelesini kaybetmesinden sonra Celâyir Hükümdarı olan Sultan Ahmed Bahâdır’ın (1382-1410) himayesine girdi. Merâgî bu devirde Sultan Ahmed Bahâdır adına “tasnîf” yapmıştır. Bağdad’ta bir gün, otuz denizcinin yürüttüğü kayığa oturmuştu. Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî’den dört beyit okuyan sultan, Abdülkâdir’den bu beyitleri kürek çeken otuz kayıkçının sayısına uygun biçimde bestelemesini ister. Bu istek üzerine Abdülkâdir “devr-i şâhî” adını verdiği otuz nakreli usulü orada yaparak, beyitleri de hemen orada besteler.

1386 yılında Timur’un Azerbaycân’ı zaptetmesiyle ikinci başkent olan Bağdat’a kaçan Ahmed Celâyir’in yanında Abdülkâdir de vardı. Yedi yıl sonra (1393) Timur’un tekrar Bağdat’a dönmesi üzerine Abdülkâdir, Memlük Sultânı Berkuk’a sığınmak zorunda kalan Ahmed ile birlikte gitmek üzere Bağdat’tan ayrılarak ailesiyle birlikte Kerbelâ’ya kaçtı. Bu sırada saç ve sakalını kesen Abdülkâdir yakalanarak tekrar Bağdat’a getirilir ve Timur’un huzuruna çıkarıldı. Daha sonra Semerkant’a giden Merâğî burada Timur’un torunu ve veliahtı Gıyyâseddîn Muhammed Mirzâ’nın arzusu üzerine iki yüz zamanlı “devr-i mieteyn” usûlünü vücuda getirdi.

Hâce, Sultan Ahmed Celayir’e kapılanınca, Şehzâde Mirza Miranşah’ın terbiyesiyle görevlendirildi. Mecâlisü’n-nefâyis’de şöyle anlatılmaktadır ki O zamanda şehzâde Mirzâ Mîrân Şâh, delikanlılık nedeniyle münasip olmayan bazı işler yaptı. Büyük padişah Emir Timur-ı Gürgan, onu uyardı, daha sonra da şehzâde yetiştiricilerinin de öldürülmesini emretti. Hâce Abdülkâdir, bir fırsatını bulup kaçtı. Bir müddet sonra, kılık değiştirip Kalenderi elbiseleriyle gezerken yanlışlıkla saray yakınında görüldü. Padişahın gözleri onun üstüne düşünce, yüksek sesle Kur’ân okumaya başladı. Onu bu halde gören merhametli padişah, tebessüm etti. O esnada padişah, Hâce’nin kabiliyeti nedeni ile onu affetti. Daha sonra eski görevine geri döndü. Timur’la aralarında geçen bu olumsuzluklara rağmen Timur’un ona verdiği nişandan da anlaşılacağı gibi sanata ve sanatçıya değer veren Timur Abdülkâdir’i her gittiği yere götürdü.

Timur’un vefatı (1405) üzerine sultan Halil tahta oturmak üzere Semerkant’a geldiğinde, onu karşılayanlar arasında Seyyid Şerif Cürcânî ile birlikte Abdülkâdir de bulunmuştur. Sultan Halil’e intisabı sıralarında, sultanın huzurunda iken bir kumru ötmeye başlamış, sultan kumrunun ötüşüne göre bir devir meydana getirmesini söyleyince Merâgî’de sekiz vuruşlu “devr-i kumriye”’yi meydana getirmiştir.

Abdülkâdir’in hâmîliğini yapan son padişah 1409’da Semerkant’ı zapt edip Halil’i tahttan indiren Timur’un dördüncü oğlu Şahruh’tur. Şahruh’a intisabın ardından Herat’a yerleşmiştir. Aşağıda otobiyografisini vereceğimiz Merâgî bu biyografinin 61-80 ninci beyitleri arasını Şahruh’a ayırmıştır. Ayrıca konumuz olan Câmiu’l-elhân’ı da Şahruh’a ithâf etmiş yine bu hükümdarın adâletini sembolize eden 28 vuruşlu devr-i adl’i vücuda getirmiştir.

838/1435’te Herat’ta büyük bir vebâ salgını oldu. Bu salgında bir günde on bin kişinin öldüğü meşâyih ve ulemâdan Şeyh Zeyneddin el-Hâfî ve Sadedin Teftâzânî’nin oğlu, Şemseddin Muhammed ve Mevlânâ Burhâneddin Atâullahu’l-Hârizmî ve kardeşi Mevlânâ Asîleddin Tâcu’l-eimme, mûsikî üstâdı Hâce Abdülkâdir-i Merâgî, Seyyid Nureddin Muhammed ve bunun gibi kişiler intikal eylediler. Merâgalı, Nûreddin Abdurrahman, Nizâmeddin Abdürrahim en küçük oğlu Abdülaziz’in adında üç çocuk sahibidir.

Öğretisi

Merâgî diğer âlimler gibi birçok ilimde eser vermek yerine sadece mûsikî alanında kitap yazarak döneme muhâlif bir seyir izlemiştir. Yazdığı kitaplarda önce konuyu anlatmış ardından o konu hakkındaki Fârâbî, İbn Sînâ, Safiyyüddin Urmevî ve Nasîruddin Tûsî gibi geçmiş âlimlerin düşüncelerini iletmiştir. Perde bölünmelerini anlatırken öncekilerin yapmış olduğunun aksine “Tarhlar metodu” dediğimiz kendisinin bulduğu yeni bir sistem kullanmıştır. Kendi sözleri ve geçmiş âlimlerin fikirlerini karşılaştırarak eskilerin söylediklerinde ki eksiklikleri açıklayarak doğruya ulaşmaya çalışmıştır. Yazdığı kitapların en önemlisi Câmi‘ul-elhân’dır. Bu kitapta Merâgî ses bölünmelerinden sesin ortaya çıkışına âvâze ve şu’belerden meclis âdâbına, kendi yetişmesinden îkâlara kadar hemen her şeyi anlatmıştır. Diğer eserleri ise bu temel eserini bazı küçük ayrıntılarla tamamlar niteliktedir. Tercüme faaliyetlerinin ardında Urmevî ve Merâgî ile devam eden sistemci okul aslında doğu müziğinin özellikle Âzerî müziğinin temelini teşkil etmektedir. Câmi‘ul-elhân isimli eserinde kendisi diğer eserlerini de kapsayan öğretisini şöyle anlatır; “Bu fennin ilmi ile icrası konusunda yazılan eskilerin ve yenilerin kitap ve risalelerini büyük bir gayretle tetkik ve tahkik eyledim. Böylece bu (bilgi) topluluğundan az çok haberdar oldum, tabiatım gereği bu fen ile aramda bir ünsiyet meydana geldi. Uygulamada da, meşhur üstatların ve mâhir sınıflandırmacıların diğer sınıflandırmalarından haberdar oldum. Gece gündüz yaptığım sürekli alıştırmalardan sonra vezinleri kurdum, lahinleri çıkardım, vuruşları birleştirdim ve tasnîfler ile terkipler îcât ederek derinleştim. Baştan taklit yolu ile dokuz tahkîk ortaya koydum. Bu ilim ve uygulanmasında, kolayca ulaşılabilen kaynaklar ve umum halkın tabiatına hoş gelen, talebelerce de kolay ezberlenen ve unutulmayan tasnîfler kurdum. Öğencilerin problem olarak önlerine gelen şey, bunların zabtında ve ezberlenmesinde zorlanmalarıdır. Ayrıca bu kitaba, -bazıları bu fakir tarafından bulunan- halk ıstılahlarını ekledim. Bir kimse bu kitabı hakkıyla gözden geçirip öğrenirse, bütün ilmî kaidelere ve halk ıstılahlarına vâkıf olur, başka kitaplara ihtiyacı kalmaz. Bu kitapta her ne kadar problemlerin çözümlerine işaret edildiyse de bazı eklemelerle karşı görüşlere ve itirazlara da yer verilmiştir. Eğer bir kimsenin yaratlıştan yeteneği yoksa, bu ilmi tahkik edemez. Zîrâ soyut taklitle bu ilim tahkik edilemez. Belki zevk ve vicdanla anlaşılabilir.

Temel Soruları

1- Mûsikî doğuştan insanlara verilen bir özelliktir. Sonradan çalışma ile kazanılmaz.

2- Kur’ân-ı Kerîm’i güzel okumak için sesler ilmini bilmek gerekir.

Öne Çıkan Eserleri

  • Câmiu'l-Elhân: Nuruosmaniye Ktp., nr. 3644, 3645; Bodleian Ktp., Marsh 282; İstanbul Belediye Ktp., nr. 057.

  • Makâsıdu'l-Elhân: Topkapı Sarayı Ktp., R.1726; Nuruosmaniye Ktp., nr. 3656; Meşhed Razavî Ktp., nr. 539, 6454, 1656; Tahran Üniversite Ktp., nr. 3203; Bodleian Ktp., nr. 385, 1843, 1844.

  • Şerh-i Kitâbü'l-Edvâr: Nuruosmaniye Ktp., nr. 3651; Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., nr. A. 3470; Tahran Melik Ktp., nr.1647.

  • Risâle-i Fevâid-i Aşere: Nuruosmaniye Ktp., nr. 3651.

  • Zübdetü'l-Edvâr: 

  • Kenzü'l-Elhân. 

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu