Hayatı

3 Temmuz 1794 (4 Zilhicce 1208) tarihinde Bakü’nün Emir Hâcân/Emircan köyünde doğdu. Babası, Bakü hanlarından II. Mirza Muhammed Han (ö. 1836), annesi ise Gürcü asıllı Müslümanlardan Sofya Hanım’dır (ö. 1836). Kendi eserlerinde belirttiğine göre ismi Abbaskulu olan düşünür, kaynaklarda Bâkuvî, Bâkûî, Bâkûî-yi Azerbaycânî, Bâkuyî, Bâdkûbî ve Emir Hacıyanlı gibi çeşitli nisbelerle anılmış, resmî devlet görevi sırasında ise daha çok Bakihânov soyadıyla tanınmıştır. Şiirlerinde kullandığı mahlas Kudsî’dir. Yedi yaşındayken (1801) okul hayatına başladığını kaydeden düşünür, Bakü’de bulunduğu on sene zarfında Molla Muhammed b. Molla Necefali Bâkûyî (XIX. yüzyıl) ve Hacı Muhammed Çelebi Alicî Gülhânî (ö. 1808) gibi isimlerden Farsça ağırlıklı temel eğitim aldı. Ailesiyle birlikte Kuba’ya taşındığı müteakip senelerde ise başta “Arabî fünûn” olmak üzere on yıl çeşitli ilimleri tahsil etti. Farklı kültürlerin mezcedildiği bir merkez olan Tiflis’te memuriyete başlamasıyla birlikte Rusça öğrendi ve bu dile çevirileri yapılan Avrupa kaynaklarıyla tanıştı. Eser yazacak kadar iyi bir şekilde Arapça, Farsça, Rusça ve Osmanlı Türkçesi’ne vâkıf olan Bâkuvî’nin, Varşova’ya seyahati sırasında Lehçe’yi öğrenmeğe çalıştığı ve kelimeleri karşılaştıracak düzeyde Fransızca bildiği kabul edilmektedir. 

1820 yılından itibaren Çarlık memuru olarak Kafkasya Genel Valiliği Defterdarlığı’nda çalışmaya başlayan Bâkuvî, Kuzey Kafkasya halklarına karşı yapılan savaşlara iştirak etti, Rusya-İran ve Rusya-Osmanlı savaşlarına askerî mütercim sıfatıyla katıldı. 1842 yılına gelindiğinde albaylığa terfi ettiği görülen düşünür, askeriyedeki hizmetleri ve bilimsel çalışmaları dolayısıyla Çarlık Rusya’nın Kutsal Anna ile Aziz Vladimir ve İran’ın Şîr-i Hurşîd nişanları ile ödüllendirildi. Bu yıllarda döneminin bazı siyaset adamları ve müsteşrikleriyle yakın ilişkiler kurdu, doğubilimcilik alanında yetkin bir isim olarak tanındı. Örneğin Rusların, Erdebil, Ahalsıh, Erzurum ve Doğubayazıt kütüphanelerinden yağma ettikleri yazma eserlerin Tiflis’teki kataloglama işi, Bâkuvî tarafından yürütülmüş, Farsça’nın gramerine dair yazdığı Kânun-i Kutsî ve Kafkasya tarihini modern yöntemlerle ele aldığı Gülistân-ı İrem isimli eserleri büyük takdir toplamıştır.

Entelektüel ilişkilerinin yanı sıra Kuzey Kafkasya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Letonya ve Polonya’ya gerçekleştirdiği çeşitli gezileri Bâkuvî’nin, farklı kültürlerle tanışmasına, dolayısıyla da içinde bulunduğu toplumun zaaflarını daha iyi görüp, bazı hususları eleştirmesine neden oldu. 1832 tarihinde hem geleneksel eğitimi kuşatması hem de güncel ihtiyaçlara cevap vermesi beklenen “modern” bir okul projesi hazırlayarak Kafkasya Komutanı G. Rozen’e sundu. Onun Nesâyih ve Kânûn-i Kudsî gibi yapıtlarını, yine tasavvuf, kelâm, felsefe, mantık, hadis, fıkıh, astronomi, coğrafya, tarih ve dilbilim gibi farklı konuları içeren manzum ve mensur eserlerden müteşekkil özel bir kütüphane oluşturmasını bu projenin bir parçası olarak değerlendirmek mümkündür. Uygulamaya konulmamasına rağmen söz konusu proje, daha sonra tesis edilecek okullara bir anlamda kılavuzluk yapmıştır. Örneğin birkaç yıl sonra Tiflis’te açılan Şiî ve Sünnî Müslüman okulları, eğitim muhtevası başta olmak üzere çeşitli yönleriyle Bâkuvî’nin görüşlerini çağrıştırmaktadır.

1845 yılının baharında sağlık sorunlarını ve ilmî araştırmalarda bulunma isteğini gerekçe gösterip, Doğu seyahati için bir yıllık izne ayrıldı. 1846’da başladığı bu yolculuk sırasında Erdebil ve Tebriz üzerinden Tahran’a geçti ve Muhammed Şah (ö. 1848) tarafından kabul edilerek ikinci defa Şîr-i Hurşîd nişanıyla ödüllendirildi. İran’daki Rus kumandan Moisey Zaharoviç Dolgorukiy’in (ö. 1855) tavsiyesi üzerine Erzurum ve Trabzon üzerinden İstanbul’a geçti. Ekim 1846’da Sultan Abdülmecid’in (ö. 1861) huzuruna çıktı ve aklî konularda taklidin caiz olmadığı prensibi üzerine inşa ettiği Esrârü’l-Melekût adlı astronomi eserini kendisine takdim etti. Hey’et-i cedîdenin seriat-i şerîfeye tatbikine dair bu eserin faydaları ve müellifin gayrimüslim bir ülke mümessili olarak Sultan ile görüşen ilk albay olması dikkate alınarak Bâkuvî’ye ikinci dereceden Mecidiye nişanı tevcih edildi. Ayrıca eserin Türkçe’ye çevrilmesi Hayâtîzâde Seyyid Şeref’e (ö. 1851) havale edildi. Esrârü’l-Melekût’u yalnızca tercüme etmekle yetinmeyen Hayâtîzâde, Efkârü’l-Ceberût fî Tercemeti Esrâri’l-Melekût adıyla yayınlanan (İstanbul 1265) tercüme-şerhte Katib Çelebi (ö.1657)’nin Cihannümâ’sı, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ö. 1780) Mârifetnâme’si ve İshak Efendi’nin (ö. 1834) Mecmûa-i Ulûm-i Riyâziyye’si gibi kitaplardan da faydalanmış ve yerine göre “ilmî/İslâmî” kaynaklardan aktarmalar yaparak ortaya, daha ayrıntılı anlatım tarzına sahip bir eser çıkarmıştır. 

İstanbul’daki görüşmelerin ardından İskenderiyye ve Kahire’ye uğrayan Bâkuvî, Mekke’ye geçip hac ibadetini yaptı. Burada yakalandığı veba hastalığı nedeniyle Mekke ile Medine arasındaki Fatıma Vadisi’nde Aralık 1846 tarihinde vefat etti.

Öğretisi

Bâkuvî’nin bir taraftan yenilikçi, diğer taraftan ise gelenekçi olarak isimlendirilebilecek eklektik bir düşünce çizgisini izlediğini söylemek mümkündür. Eserlerini farklı konularda yazmasına rağmen, İlya Berezin, Karl Koch, Comte de Suzannet ve Fridrich Bodensctedt gibi müsteşrikler tarafından tarihçi ve şair kimliğiyle öne çıkartılan Bâkuvî, Azerbaycan’daki çağdaş tarih ve edebiyat yazıcılığının oluşması için zemin hazırlamış; bu açıdan kendisini takip eden yenilikçilerin fikir önderliğini üstlenmiştir. Bununla birlikte eserlerinin büyük çoğunluğunu klasik bir üslupta telif etmiş, ortaya koyduğu tenkitlerinde radikal bir tutum sergilememiş ve bu anlamda geleneği temsil ettiğini göstermiştir.

Ahlâk Düşüncesi

Bâkuvî ahlâk düşüncesini, insanı bir problem olarak merkeze almak suretiyle geliştirmiştir. Ona göre yegâne mutlak varlık Tanrı’dır; diğer varlıklar ise O’nun dış dünyadaki çeşitli taayyünlerinden ibarettir. İnsan, sudûr, feyiz ve halk kelimelerini kullanarak açıklayabileceğimiz varoluş sürecinde ortaya çıkan en üstün mahluktur. Zira o, iyi ve kötü arasındaki temyizi sağlayan düşünme yetisine; kendi kaderini belirlemesine olanak tanıyan iradeye sahiptir. Tanrı’nın kudretiyle kıyaslanamayacak kadar kısıtlı olan bu irade, insana, yeryüzünün imarı konusunda halife oluşundan dolayı gereklidir.  Dolayısıyla insan, yegâne ahlâkî varlıktır ve kendi kaderini tayin etme açısından etkin bir konumdadır. 

Bâkuvî, bilgi ve ahlâk arasında karşılıklı ilişkinin bulunduğunu düşünmektedir. Ona göre hikmet, gök cisimlerinin hareketleri hakkında çeşitli görüşler ortaya koymaktan veya muhatabın anlayamayacağı karmaşık ifadeler kullanmaktan ibaret değildir. Bütün ilimlerin nihaî hedefi olan hikmet, varlığın hakikatinin ve gâyesinin bilgisidir. Hikmete ulaşmanın yolu ise, birer bilgi edinme vasıtaları olan akıl, ma’rifet, din ve şeriat arasında mutabakat kurmakla mümkündür. Zira bunlardan her biri, insanın kendisinden beklenen hedefe varması açısından diğerine muhtaçtır; aralarındaki fark ise fizik ve metafizik alana ilişkin bilgilerin güvenirliği açısındandır. Böyle bir yöntemle hakikatin bilgisine ulaşmak, ferdin yetkinliği için zorunlu bir gerekçedir.

Huyların değişebileceğini ve doğru bir eğitimin insanı istediği hedefe götüreceğini söyleyen Bâkuvî’nin fazilet ve rezîletlerle ilgili düşünceleri, sistematik şekilde olmasa bile, belli ölçüde klasik İslâm ahlâkçılarının konuya ilişkin görüşlerinin devamı niteliğindedir. Düşünürün buradaki özgünlüğü ise fazîletlerden daha çok rezîletler üzerinde durması, dolayısıyla iyiliğin kazanılmasından daha çok, kötülüğün giderilmesine vurgu yapmış olmasıdır. Metafizik bir kötülüğün olmadığını savunan Bâkuvî’nin bu tutumu, rezîletleri, bir bakıma bozulmuş fazîletler olarak kabul etmesinin ve yaşadığı dönemde belirgin olan rezîletlere dikkat çekmek istemesinin bir uzantısıdır. Ona göre iki aşırılığın ortası olan fazîletlerin bilinmesinde, insaf ve itidal’in önemli bir fonksiyonu vardır. İnsaf ve adalet, nihaî noktada aynı şey olmakla birlikte, fıtrî ve kesbî olmaları hususunda birbirinden ayrılmaktadırlar. Fıtrî olan insafın, makul bir akıl yürütmeyle desteklenmediği takdirde yanılması mümkün iken, böyle bir şey adalet için söz konusu değildir. 

Ahlâk düşüncesinde umumun menfaati ve nizam-ı âlem gibi kavramların altını defalarca çizen Bâkuvî’ye göre, ferdî yetkinliğe ulaşmak isteyen birey, ister rezîletlerden kurtulmak, isterse de fazîletlerin korunması için olsun mutlaka herhangi bir toplum içinde bulunmak zorundadır. Zira nazarî bilgilerin pratiğe dökülmesi; insanın, umumun menfaati ile aynı anlamı ihtiva eden iyiye ulaşması, ancak bir toplum içinde yaşamakla gerçekleşir. Aksi halde, herhangi bir eylemi fazîlet diye nitelendiremeyeceğimiz gibi, kemale ulaşmamız da mümkün olmayacaktır. Bâkuvî, insanın sosyal bir varlık olduğuna ilişkin ön kabulden hareketle, klasik ahlâk literatüründen devraldığı bu görüş sayesinde, çeşitli kültürlerden oluşan kendi toplumundaki insanlararası ilişkilerin düzenlenebileceğine inanmıştır. Hatta ona göre din, ahlâkî ilkeleri emretmek açısından umumun menfaati’nden sonra gelmektedir. Başka bir deyişle din, iyi olanı doğrudan zikretmekten daha ziyade umumun menfaati ve nizam- âlem’in göz önünde bulundurulmasıyla belirginleşen ilkeleri teyit eden bir mahiyeti haizdir.

Bâkuvî’nin ahlâk düşüncesinde mutluluğun önemli bir yeri vardır. Değişenler âleminde herhangi bir şeyi mutlak gerçek olarak kabul etmeyen düşünüre göre gerçek mutluluğun ahirete özgüdür. Bu dünyada mutluluk olarak tarif edebileceğimiz şey ise, gerçek mutluluğa ulaşmamıza yardımcı olan sükûn-ı kalb veya huzur’dur. Bâkuvî, mecazî aşkla elde edilen huzur vasıtasıyla insanın tıpkı miraç olayında olduğu gibi kedeme kademe kemale ereceğini ve maddî ölümle birlikte ilahî aşka mazhar olarak Hakk’ın rahmetine kavuşacağını söylemektedir. 

İslam Düşünürleri

Taklit Eleştirisi

Bâkuvî’nin genel olarak bütün eserlerinde, özellikle de Tehzîb’inde en sık gündeme gelen ve toplumsal yönü ağır basan olgulardan birisi, içinde yaşadığı toplumu, dinsel inancı da kapsayacak bir dizi olumsuzluklara sebep olan ilim ve hakikat anlayışı açısından eleştiriye tâbi tutmasıdır. Toplumu oluşturmakla beraber zorunlu olarak toplum içinde bulunmaları gereken bireyleri, nizâm-i âlem ve umumun menfaatiyle ilgili işlevsizliğe sürükleyen; âlemin imarı konusunda ilâhî hükme tâbi kılınan insanı, insan olmaktan alıkoyan şeylere yöneltilen bu eleştiriler, hem sıradan insanları hem de belli sosyal grupları kapsamaktadır. Burada önemli olan Bâkuvî’nin, insanlar belli kriterler üzerinde birleşirlerse, çeşitli inanç ve geleneklere sahip bulunan fertler arasındaki düşünsel ayrılıkların ortadan kaldırılabileceğine, hakikatin meydana çıkarılmasıyla toplumsal birliğin ve huzurun sağlanacağına duyduğu inançtır. Bu olgunun gerçekleşebilmesi için onun ısrarla üzerinde durduğu şey ise, taklit anlayışının ve onun doğurduğu olumsuz sonuçların düzeltilmesidir. Başka bir ifade ile Bâkuvî’nin, avam, zahit ve ulemâ zümresine yöneltmiş olduğu eleştiriler, aslında bu sosyal guruplar üzerindeki olumsuz etkilerini göstermek suretiyle taklit anlayışının eleştirisinden başka bir şey değildir. 

Aynı eylemin farklı topluluklar arasında hem iyi (mehâsin-i âdâb), hem de kötü (şenâyi’-i a’mâl) olarak kabul edildiğine dikkat çeken Bakühanlı, böyle değişken ahlâk anlayışına akıl yürütme sonucunda ulaşıl(a)mayacağını ısrarla vurgulamıştır. Bu yanlış tutumlara örnek olarak köpek, kedi türünden mahlûkata tapanların tek Tanrı’ya inananları kâfir olarak nitelendirmelerini gösteren düşünüre göre, onlar kesin delille karşılaşmış olsalar dahi kendi noksanlarını gör(e)mezler. Çünkü eylem ve söyleşileri tahkik ve tetkik ile değil, taklit ve tasdik yoluyla oluşmaktadır. Bunun nedenini avamın idrak ve marifetinin en üst düzeyinin dahi taklide dayalı olmasına bağlayan Bâkuvî’ye göre, onlar hiçbir halde içinde bulundukları bu durumu aşmaya muktedir değildirler. Hatta tahkik ve tefekkür diye isimlendirdikleri her türlü eylemlerini dahi, aslında akıl yürütme (keyâset) yoluyla değil, âdet yoluyla yapmaktadırlar. Farklı coğrafyalarda yaşayan veya farklı düşünce sistemi içinde yer alan insanların, hakikati ifade etme açısından ancak kendilerinin haklı olduklarını öne sürüp diğerlerini haksız görmeleri de haliyle, taklidin ve âdete dayalı tahkik ve tefekkürün sonucudur.

Burada önemli olan, Bâkuvî’nin, toplumda meydana çıkan bozulmayı, sıradan insanların etkinliklerinden daha çok, belli grupların etkilerine bağlamasıdır. Nitekim avamın uygulamalarının tamamen taklide dayalı olduğunu zikretmekte, bu anlayışın mantıkî sonucu olarak, farklı coğrafyalarda veya aynı coğrafyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanların tarih boyunca genel geçer, evrensel ahlâk ilkelerine sahip olmadıklarını ve bu tutumlarının hâlâ da devam ettiklerinin altını çizmektedir. Örnek olarak İran ve Arap ülkeleri gibi İslâm coğrafyası ile Fransa, Almanya, İspanya gibi Avrupa ülkeleri arasında ortak değerleri ifade eden ahlâkî kuralların bulunmadığını söyleyen ve bunu bir bakıma tabiî karşılayan düşünürün kanaatince, en önemli eksiklik avamın değil, “müteşerri” zümrenin taklit düşüncesiyle hareket etmesidir. Bâkuvî, ehl-i kemâl veya ehl-i dâniş gibi isimlerle nitelendirdiği bu zümreyi, onlarla yanlış züht anlayışı arasında bağ kurmak suretiyle ilginç bir biçimde eleştirmiştir. Ona göre, bu zümrenin eksik tarafı, vecibelere (farâiz) uymakla beraber ihtiyatı da gözeterek geleneksel iyi ve kötü sınırına yaklaşmamalarıdır.

Öne Çıkan Eserleri

  • Aynü’l-Mîzân: çev. Zakir Memmedov, Azerbaycan Dövlet Universiteti Elmi Eserler: Tarih ve Felsefe Seriyası (Ayrıca Çıharış), sy. 4 (1971), s. 75-84; çev. Enver Ahmedov, “Suşestvo Vesov (Razuma)”, Soçineniya Zapiski Pisma içinde, Elm, Bakü 1983, s. 117-130.

  • Dîvân: AMEA Eİ Ktp., nr.M-120/11099, vr.21a-92b; çev. M. Sultanov, Abbasgulu Ağa Bakıhanov Güdsî: Seçilmiş Eserleri içinde, Bakü 1984, s. 178–432; Abbasgulu Ağa Bakıhanov: Bedii Eserleri içinde, Bakü 1973, s. 59–332.

  • Esrârü’l-Melekût: AMEA Eİ Ktp., nr. B-4498, vr. 43b-58a; nr. B-3860, vr. 57a-65b; Çorum Hasan Paşa İl Halk Ktp., nr. 4097/2, vr. 18b-42b; çev. Hayâtîzâde Seyyid Şeref, Efkârü’l-Ceberût fî Tercemeti Esrâri’l-Melekût, İstanbul 1265; çev. Enver Ahmedov, “Taynı Tsarstva Nebesnogo”, Soçineniya Zapiski Pisma içinde, Elm, Bakü 1983, s. 173-196; çev. Senuber Atakişiyeva, Esrârul-Melekût (Kâinatın Sirleri), Elm, Bakü 1985.

  • Gülistân-ı İrem: thk. Abdülkerim Alizâde ve dğr., Elm Neşriyatı, Bakü 1970; Azerbaycan Tetkik ve Tetebbu Cemietinin Neşriyatı, Bakü 1926; çev. R. Esgerli, Azerbaycan SSR Elmler Akademiyasının Neşriyatı, Bakü 1951; İzdatelstvo Elm, Bakü 1991; Möminin Neşriyatı, Bakü 2001.

  • Kânûn-i Kudsî: Dâru’t-Tab’, Tiflis 1248; çev. A. Bakihânov, Vasiliy Kuzmin, Kratkaya Grammatika Persidskago Yazıka, Tipografiya Arzanovıh, Tiflis 1841.

  • Mişkâtü’l-Envar: AMEA Eİ Ktp., nr. M-120/11099, vr. 1b-20b; çev. M. Sultanov, Abbasgulu Ağa Bakıhanov: Bedii Eserleri içinde, Bakü 1973, s. 19-56; Abbasgulu Ağa Bakıhanov Güdsî: Seçilmiş Eserleri içinde, Bakü 1984, s. 133-177.

  • Nesâyeh (Kitâb-i Nasihat/Nasihatnâme): çev. M. Sultanov, Yazıçı, Bakü 1982; Abbasgulu Ağa Bakıhanov: Bedii Eserleri içinde, Bakü 1973, s. 349-358; “Nesihetler”, Abbasgulu Ağa Bakıhanov Güdsî: Seçilmiş Eserleri içinde, Bakü 1984, s. 68-74; çev. Enver Ahmedov, “Kniga Nastavleniy”, Soçineniya Zapiski Pisma içinde, Elm, Bakü 1983,  s. 104-112; çev. Audrey L. Alstadt, “Nasihatlar (Admonitions) of Abbas Kulu Agha Bakikhanlı”, Central Asian Monuments, ed. Hasan Paksoy, Isis Press, İstanbul 1992, s. 105-142; çev. Elmin Aliyev, “Son Dönem Azerbaycan/Türk Düşünürlerinden Abbaskulu Bakühanlı ve Nesâyih İsimli Eseri”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 20 (2008), s. 79-114. 

  • Tehzîb-i Ahlâk: thk. Elmin Aliyev, “Abbaskulu Bakühanlı ve Ahlak Düşüncesi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2007.

Kaynak: İslam Düşünce Atlası
Dijital Yapım: MÜSİDER ve TV5 Televizyonu