Samsun Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Bölüm Başkanı Asım Divleli, "Mimarlıkla derinlikli bir ilişki kurmayı denediğinizde çok katmanlı bir yapıyla karşı karşıya kalırsınız. Mimarlık ucu açık değil, her tarafı açık bir mesele. Mimarlık var edilmeye başladığından itibaren, bir zıtlıklar dünyası ile karşı karşıya kalıyor. Bu aslında bütün insanlığın karşılaştığı bir durum." dedi.

Türk mimarlığının serüveni, mimarlığın pratik yansımaları ve mimari sorunlara ilişkin çözüm önerilerini anlatan Divleli, mimari bir eserin kalıcılık yerine sağlamlık ve esneklik gibi ömrü uzatan kavramlarla inşa edilebileceğini ve sürdürülebilirliğin de bu şekilde mümkün olabileceğini dile getirdi.

Divleli, Türklerin inşa ettiği fiili bir yapı stoğu olmasına karşın bu unsurları "Türk mimarisi" olarak nitelemenin gerçekçi olmadığına işaret ederek, "Türklerin Anadolu coğrafyasında inşa ettiği mimari üretimler ya yerel ya geldikleri coğrafyada var olan mimarinin devamı ya da devşirme niteliğindedir. Türkler tarafından yapılan birçok mimari unsur, kendinden önceki bir örnekte zaten vardır. Bunun yanı sıra Anadolu'ya gelen arı bir Türk ırkından veya yönetiminden bahsetmek de pek mümkün değildir. Bu yaklaşım, fiili bir üretim yerine, metinsel bir durumla da karşılaşmak ister. Var olan kaynaklar da onlar için ikna edici değildir." ifadelerini kullandı.

Anadolu Selçuklu Devletinin eserlerine işaret eden Divleli, şu bilgileri verdi:

"Özellikle 11. ve 13. yüzyıllar arasındaki Anadolu Selçuklular ve tabii ki sonrasındaki beylikler dönemlerinde, Anadolu coğrafyasında esaslı ve tanımlanabilir bir mimarlığın teşekkülünden bahsedebiliriz. Mimarlığın hiçbir zaman keskin bir başlangıca sahip olamayacağı gerçeği ile düşündüğümüzde, Türklerin Anadolu coğrafyasına yerleşmesinden itibaren, kendi sanatlarına başka kültür ve toplumlardan bir şeyler kattığını da düşünebiliriz. Burada tartışmaya konu olan husus, kurgulanmış bir Türk kimliğinin parçası olarak inşa edilen bir mimarinin var olup olmadığıdır. Söz konusu dönemlerdeki üretimleri, bir kimlik tahayyülü için kurgulanmış bir mimarlık pratiği değil, bölgesel farklılıkları olsa dahi, 'biri diğerinden haberdar olan, yüksek bilinçle inşa edilmiş bir mimarlık' şeklinde anlayabiliriz. Dönemin anıtsal yapılarına bakıldığında incelikli, üzerine düşünülmüş ve bir tür sanata dönüşmüş yapısal unsurlar kendini gösterir."

Dosya Haberturk Mimarliginin Seruveni Doc Dr Asim Divleli Turk Mimarliginin Tarihteki Degisimini Anlatti

"Türkler Anadolu’da, kalıcı ve incelikli sanat ortaya koymuştur"

Asım Divleli, biçim için Türk sanatını inşa etme gibi keskin bir kurgudan bahsetmenin mümkün olmadığını belirterek, "Bu, olsa olsa, incelikli bir sanatın hakkını vermeyi amaçlayan sanatkarane bir zihnin üretimidir. Dolayısıyla 19. yüzyılda şekillenen ve bugün anlamlı ya da yerleşik hale gelen kurgulanmış bir Türk kavramı ile irtibatlı değildir. Evet, Türkler Anadolu’ya geçici değil kalıcı olmak için gelmiş ve her ne şekilde olursa olsun, kalıcı ve incelikli sanat ortaya koymuştur." değerlendirmesinde bulundu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemi ve Cumhuriyet ile beraber, dönemin siyasi ve ekonomik şartlarından dolayı yeni bir mimari tarzın teşekkülü üzerine kafa yorulduğunu aktaran Divleli, şöyle devam etti:

"19. yüzyıl Avrupa'sında başlayan, genelde modernleşme, özelde ise milliyetçi düşünce ve uluslaşma süreçleri, dönemin Osmanlı mimarlığına da yön verir. Kadim biçimler, yeni bir terkip içinde modern işlevlere giydirilir. Bu başlangıç, Cumhuriyet ile güçlenen uluslaşma politikasıyla mimariyi bunun bir aracı haline getirir. Tam da bu dönemde metinsel düzlemde Türk kavramı yeniden ele alınır. Birçok yönüyle bu kavram geçmişten beslenen referanslarla güçlendirilir. Türk mimarisi kavramı da yalın ve gerçekçi zemininden koparak bir kurgunun içine dahil edilmiş olur. Yaklaşık bin yıl Türklerin hüküm sürdüğü bir coğrafyada, öncesinde nereden beslenmiş olursa olsun, Türk mimarlığından bahsetmek mümkündür. Camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, izleri bugüne aktarılmış yerleşim yerleri, Selçuklu ve Osmanlı ne kadar Türk ise o kadar Türk'tür ama bu Türk, bugün anladığımız etnik bir anlam sınırlamasına tekabül etmemektedir."

Divleli, 19. yüzyılın ilk yarısında ilan edilen Tanzimat’la birlikte başlayan keskin modernleşme sürecinin mimari üretimlerde de kendini gösterdiğini sözlerine ekleyerek, şunları kaydetti:

"Bu dönemde birçok Levanten ve Avrupalı mimar, Batı'da üretilmeye başlanan üslupları kendi tasarımlarına taşıyarak, bu unsurları Osmanlı modern mimarlığının bir parçası haline getirmiştir. Kuşkusuz bu yeni tarz, II. Mahmut'un başlattığı modernleşme hareketlerinin neticesinde ortaya çıkan işlevsel bir yeniliğe ait kabuğu temsil etmektedir. 20. yüzyılın başında, Osmanlı'nın Arap ve Balkan coğrafyasındaki topraklarını kaybederek merkeze doğru daralması, söz konusu dönemde Avrupa'da ortaya çıkan ulusçuluk fikrini, kimi Osmanlı aydınının zihnini de şekillendirmesi, yeni bir mimari üslup arayışına da zemin hazırlamıştır. Vedat Tek ve Mimar Kemalettin, tam da bu dönemde Osmanlı modern mimarlığına yeni bir kapı açarak, Selçuklu ve Osmanlı dönemine ait sanatın unsurlarının tektonikler halinde kullanıldığı mimari bir üslup ortaya çıkarmıştır. Aslında bu yeni üslupsal üretim, sadece Osmanlı ile sınırlı değildir. Uluslaşma sürecini yaşayan bütün ülkeler, kendi tarihsel birikimleri üzerinden benzer mimarlıklar tasarlamıştır."

"II. Dünya Savaşı sonrası, bağımsız bir mimarlık üretimi ortaya çıktı"

Cumhuriyetin ilanı ve sonrasında benzer üslupsal denemelerin devam ettiğini sözlerine ekleyen Divleli,"İktidarın geleneksel izlerden kurtulma düşüncesi ve kuşkusuz Batı'da üretilen modern mimarlığın yeni bir evreye girmiş olması, erken Cumhuriyet mimarlığını şekillendiren önemli amiller olmuştur. Bu değişim birçok modernleşme hareketinde olduğu gibi ilk önce kamusal binalarda kendini göstermiştir. Ulusal hissiyatlar korunarak, hatta geleneksel sivil mimari modernize edilerek var edilen bu yeni üslup genel hatları itibarıyla Alman modernizminin izlerini taşır. Cumhuriyetin idari, sanayi ve eğitim yapılarına ilişkin işlevsel yenilikleri bu dönemde kapsamlı bir mimari üretimi de ortaya çıkarmıştır. İdari binalar, fabrikalar, köy enstitüleri gibi dönemi niteleyen bir yapı stoğu bu döneme ait önemli mimari görünürlüktür." ifadelerine yer verdi.

Asım Divleli, Türkiye'de de siyasal iktidar ve bununla ilgili kültürel otoriteden bağımsız olarak mimarlığın üretilmediğinin altını çizerek, Türkiye'nin de parçası olduğu uluslararası siyasi konumun, dönemin mimarisine tesir ettiğini vurguladı.

II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan sermayesinin ilk defa Türkiye'ye girişinin, geleneksel göndermelerden bağımsız bir mimarlığın üretimini ortaya çıkardığını aktaran Divleli, "1980'lerde post-modern mimarlık gecikmiş bir şekilde etkisini göstermeye başlamıştır. Modernizmin uzun soluklu serüvenine rağmen kendi içindeki çelişkileri ve çatışmaları, ömrü kısa mimari yaklaşımlara sebep olmuştur. 1980'lerin başında siyasi iktidarın, iktisadi meseleleri genişletmek için aldığı yeni kararlar, uluslararası sermayenin ülkeye girişini hızlandırmış ve yeni bir sermaye grubu ortaya çıkarmıştır. Bu yeni sermaye gruplarına, bankalara, büyük şirketlere ait birçok özel yapı inşa edilmiştir. Bu mimari üretimler 1990'lara kadar devam etmiştir. Her ne kadar son 20 yılda, siyasi bağlamıyla yeni bir iktidar modeli var olsa da 1990'lara ait ekonomik örgütlenmenin sürekliliği, yapı stoğunu niceliksel olarak artırmış fakat mimarlığın kendisinde niteliksel bir değişim söz konusu olmamıştır. Elbette teknolojinin ilerlemesi özellikle yeni malzeme kullanımlarını ortaya çıkarmıştır. Özellikle 1950'ler ve baskın olarak 1980'lerden sonra, sermaye ve onun pazar alanında olmayan çok daha nitelikli mimari yapılar var edilmiştir. Ne var ki bütün bu nitelikli işler, söz konusu bağlamların dışında üretildiği için görünmez olmuştur." şeklinde konuştu.

Divleli, mimarlığın, birçok meseleyle ilişki kurarak var olan bir meslek olduğunun altını çizerek, "Mimarlıkla derinlikli bir ilişki kurmayı denediğinizde çok katmanlı bir yapıyla karşı karşıya kalırsınız. Mimarlık ucu açık değil, her tarafı açık bir mesele. Mimarlık var edilmeye başladığından itibaren, bir zıtlıklar dünyası ile karşı karşıya kalıyor. Bu aslında bütün insanlığın karşılaştığı bir durum. Ama mimarlık, bu zıtlıkları bir arada çözümleyerek her ikisini de uyumlu hale getirmektedir." şeklinde konuştu.

"Mesele kitabi düzenlemeden çok, ahlaki bir düzlemde ele alınmalı"

Bir mimari eserin kalıcılığının, insanın madde ve dünya ile kurduğu ilişki olduğunu dikkati çeken Divleli şunları söyledi:

"Her canlının sınırlı bir ömre sahip olduğu gerçeği, insanın mimarlıkla ilişkisini de belirler. Dolayısıyla mimari bir eseri, sonsuzluk fikri üzerinden tasarlamak, inancımız ve kültürel birikimimiz bağlamında mümkün değildir. Bu perspektiften baktığımızda kalıcılık yerine sağlamlık, dayanıklılık ve bunların zıddı gibi görünen esneklik gibi ömrü uzatan kavramlarla inşa edilebilir bir mimarlıktan bahsedebiliriz. Son 40 yıldır modernizmin dilinden düşürmediği sürdürülebilirlik de bununla alakalıdır. Kültürel coğrafyamızdaki geleneksel yapım yöntemleri ve biçimleri yapının kalıcılığını her ihtiyaç halinde yeni eklemlemelerin yapılabileceği bir inşa ile sağlamıştır. Fakat bu eklemlemeler de ölümsüz bir kalıcılığa işaret etmez."

Asım Divleli, depremin bölge fark etmeksizin, her an karşılaşabilecek bir durum olduğuna dikkati çekerek, "2023 Kahramanmaraş depreminde de şahit olduğumuz üzere, önceki depremlerde olduğu gibi, belirli bir merkezi değil çok daha geniş bir bölgeyi etkileyebilecek tesirde olabiliyor. Yasal bir sorumluluk olarak mimari tasarımların, yapı statiği gibi daha sorumlu bir alanla kıyaslandığında, depremin yıkıcılığı üzerinde doğrudan birincil sebep olmadığını biliyoruz. Buna rağmen bir meslek adamı olarak mimarın, inşai faaliyetlerdeki kimi sorumlulukları, mimarların da bu bağlamdaki yaklaşımlarını gözden geçirmeleri hatta ıslah etmeleri gerekiyor." değerlendirmesinde bulundu.

Tüm gelişmelere rağmen depremin yapılar üzerindeki yıkıcı etkisinin değişmediğine vurgu yapan Divleli, "Gerçek sorunu, insan ürünü olan şeylerde aramamız gerekiyor. Bunun için kuşkusuz kurumsal birtakım çabalar ve kanuni düzenlemeler var. Her deprem sonrası birtakım yönetmelikler çıkarılıyor. Ne var ki bunların son depremde de bütünüyle işe yaramadığına şahit olduk. Dolayısıyla meselenin kitabi düzenlemelerden çok, ahlaki bir düzlemde ele alınması gerekiyor. Bu, toplumun bütün ilgili katmanlarını ilgilendiriyor. Yapmamız gereken, madde ile birey arasında yeni bir ilişki kurmak ve bunun nasıl olması gerektiğini düşünmektir. Mimara tam da burada iş düşüyor. 'Nasıl bir yapı, nasıl bir şehir tasarlamalıyız?' meselesi, mimarın öncelikli olarak yeniden düşünmesi gereken bir durumdur." dedi.