Türkiye, bundan tam 42 yıl önce uyandığı 12 Eylül sabahında darbe sesleri duydu. Sokaklarda, meydanlarda askerler, tanklar vardı. Radyo da ise Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve arkadaşları’nın talimatıyla ordunun yönetime el koyduğu haberi veriliyordu. Böylelikle, Türkiye sadece 20 yıl içinde 3’ncü kez üniformalı askerlerin yönetimine girmişti. Ancak bu defa darbeyi yapanların çıkardığı fatura ağırdı. Tüm siyasi partiler kapatılmış. Liderleri sürgüne gönderilmişti. Sokaklarda ise cadı avına çıkılmıştı. 650.000 bin kişi gözaltına alınmış. 1 Milyon 683 bin kişi fişlenmiş. 230.000 bin kişi yargılanmış. 7.000 bin kişi idam ile yargılanırken, 50 kişi ise idam edilmişti. Deyim yerindeyse, darbeden etkilenmeyen hiçbir kesim kalmamıştı. Kısacası 12 Eylül ülke tarihine kara bir leke olarak geçecek ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacaktı.

Temel Karamollaoğlu, 7 Haziran 1941 yılında Sivas’ta doğdu. Kayseri lisesinde okuduktan sonra eğitimi için yurtdışına giden Karamollaoğlu, 1967 yılında eğitimini tamamlayarak, Türkiye’ye dönüş yaptı. Devlet Planlama Teşkilatında uzman olarak başlayan Karamollaoğlu, 1977 yılında Milli Selamet Partisi Sivas Milletvekili seçilerek, parlamentoya girdi. Darbeye kadar bu görevi sürdüren Karamollaoğlu, darbede ise tutuklandı. Şu anda Saadet Partisi Genel Başkanı olan Temel Karamollaoğlu, 1980 darbesini ve yaşadıklarını TV5. Com. Tr’ye anlattı.

? 12 Eylül darbesine gidilen süreci ve ortamı anlatır mısınız?

İstihbarat darbe öncesi bizi tuzağa çekmeye çalıştı

12 Eylül 1980 darbesiyle binlerce insan haksız ve hukuksuz bir biçimde canı yandı. Binlercesi fişlendi. Gözaltına alınanlar oldu. Yargılamalar ve idamlar başta olmak üzere birçok insan can verdi. Sürgün edildi. Maalesef o tarihten sonra da yapılan yanlışlar, Türkiye’yi 28 Şubat’a, 28 Şubat’ta yapılan yanlışlarda 15 Temmuz’a götürdü. Tıpkı 12 Eylül’deki gibi 28 Şubat’ta da on binlerce insan irtica bahanesiyle fişlendi. Binlercesi işten atıldı, ihraç edildi. Gece yarıları evleri basıldı. Demokrasi, hukuk ve insan hakları rafa kaldırıldı. O tarihlerde ülke sağ-sol diye bölünmüştü. Bunlardan kaynaklı olarak ülkede hakikaten anarşi ortamı vardı.  Ancak ilginçtir, darbenin gerekçesi olarak anarşi değil, yine sözde irticai faaliyetler gösterildi. En önemli gerekçelerden biri olarak da bizim 6 Eylül’de Konya’da İsrail’e karşı yaptığımız Kudüs mitingiydi. 6 gün sonra ise 12 Eylül’de darbe oldu. Ama niyetleri zaten belliydi. Bu bağlamda İlginç bir hatıramı anlatayım. 80 İhtilali öncesi bir adam geldi. “Afganistan’dan Rabbani’nin bir adamı Türkiye’de sizinle görüşmek istiyor.” dediler. Biliyorsunuz, Rabbani, Erbakan Hoca’nın en kadim dostlarındandı. Elinde bir de mektup var. Rabbani’nin özel mektubu. Peki, ne istiyorsunuz? diye sordum. “Bize silah verin, tank verin, top verin! demesin mi? Biz böyle bir şey yapamayız. Biz ordu değiliz, devlet değiliz. Bizim böyle bir imkânımız yok dedim. Tabii o zaman iletişim bu kadar yaygın değil, öyle cep telefonları yok; hemen Rabbani ’ye ulaşıp nedir, ne değildir, diye sormak da mümkün değil. O esnada bir husus dikkatimi çekti, adam sadece ingilizce konuşuyordu. Sohbet devam ederken bir ara dedim ki “Türkiye de tanıdığımız Afganlılar var, gelmişken sizi onlarla da görüştürelim. Adam panikledi. “Aman aman, sakın ha...! bundan hiç kimsenin haberi olmamalı! demesin mi?  İyice huylandım tabii. Daha sonraları bir soruşturma başlattık ve sonucunda bu adamın istihbarattan olduğunu anladık. Aklı sıra bizi tuzağa çekecek ve ihtilal olunca da bunu aleyhimize delil diye kullanacaktı. Ancak başarılı olamadı. İhtilalden yıllar sonra ise o arkadaş geldi bizden özür diledi. Böyle olaylar yaşadık. Ancak en ağırı tıpkı 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi 12 Eylül darbesiyle birlikte ülkemizde 10-15 yılda bir demokratik hayatımız kesintiye uğradı. Sadece demokrasi değil. Türkiye’nin önü kesildi.

?Darbeyi ne zaman öğrendiniz?

Darbe günü Erbakan ile birlikte yurtdışında olabilirdik

Darbe gecesi ben Ankara’daydım. Aslında şöyle: Biz Erbakan Hoca’yla Konya’daki mitingden hemen sonra yurt dışına çıkmıştık, Erbakan Hoca, Avrupa’daki sivil toplum örgütleriyle sürekli görüşmeler yapıyordu. Tabii bir taraftan da yine Millî Görüş’ün Avrupa ülkelerindeki teşkilat çalışmalarıyla ilgileniyordu. Londra’daki Müslüman temsilcilerin katıldığı bir toplantıdan çıkmıştık, oradan hemen İsviçre’ye geçecektik. Ancak Süleyman Arif Emre Ağabey’den bir haber geldi, “Cumhurbaşkanlığı seçiminde anlaştık, hemen Türkiye’ye dönün.” diyordu. O zaman Mecliste cumhurbaşkanlığı seçimleri süreci vardı ama bir türlü isim üzerinde anlaşma sağlanamıyordu. 114 tur oylama yapılmasına rağmen üstelik. Anlaşma haberini alır almaz dönmeye karar verdik çünkü bu seçimlerde tek bir oy bile önemliydi. Böyle olunca çarşamba günü Ankara’ya döndük. Cuma günü ihtilal oldu. Sadece iki gün fark var. Yani normal programımızı sürdürsek darbe gecesi yurtdışında olacaktık.

Geleyim ama pijama getireyim mi?

O gece Ankara’da Hüseyin Kami Büyüközer’in evindeydim. Gece saat on bir olmuş, eve döneceğim ama yol gözümde büyüdü. Anarşi ortamı olduğu için neredeyse her kilometre başında bir askeri barikat var, sürekli kimlik kontrolü yapılıyordu. Ben de gitmemeye karar verdim. Sabah namazını kılmak için kalktığımızda kapı çalındı, baktık Erbakan Hoca’nın korumaları “htilal oldu, sokağa çıkma yasağı kondu.” dediler. Erbakan Hoca’yı, Oğuzhan Asiltürk’ü, hemen almışlar zaten. Ama nasıl alındılar, nereye götürdüler, hiçbir şey bilmiyoruz. Hafta sonu biz de kendi aramızda ne yapalım, nasıl yapalım diye değerlendirme yapmak için Recai Bey, Süleyman Arim Emre Bey, Korkut Özal ve birkaç arkadaş daha, Hasan Aksay’ın evinde bir araya geldik. Bu olayın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra ise eve bir telefon gelmiş. En büyük kızım bana söyledi. Bir telefon numarası bırakmışlar, mutlaka bu numarayı aramam gerekiyormuş.  O numarayı aradım. Merkez Komutanlığı olduğunu öğrendim. Nazikçe “ifadenizi almamız gerekiyor” dediler. Ben o zaman şöyle ifade ettim. Geleyim ama pijama falan getireyim mi? Yani kalıcı mıyız yoksa sadece ifademizi alıp bırakacaklar mı anlamaya çalışıyorum. Bir süre sessizlikten sonra “yanınıza alırsanız iyi olur” yanıtını aldım. Daha sonra Kirazlı Dere’deki tutukevine götürüldüm.

? Cezaevi süreci nasıldı?

Koğuşun en çok konuşanı Deniz Baykal’dı

O zaman parlamentoda partilerin hepsinden bir nevi temsilci olarak bizim koğuşa da birer ikişer kişi konmuştu. Koğuşta, Bizim Erbakan Hoca’nın attığı temeli söküp Meclis’e getiren CHP’li Erzincan senatörü Niyazi Ünsal, Alparslan Türkeş, Yaşar Okuyan, Taha Akyol, Namık Kemal Zeybek, Ertuğrul Günay… Hakikaten hapishanenin ortamı insanı etkiliyor. Bana kapıya yakın yataklardan biri düştü, bir hafta kadar öyle kaldık. Koğuşun en çok konuşanı Deniz Baykal’dı. Bir hafta sonra Baykal, o Erzincan senatörü ve birileri daha bırakıldı. Biz orada uzun süre kaldık. Ertuğrul Günay ve ben o dönem Meclis’in en genç iki milletvekili idik. Alparslan Türkeş orada iki kişilik odalarda kaldığımız dönemde benim yanımdaki odada kalıyordu. Bazen geceleri teheccüte kalkıyorduk. Allah Rahmet eylesin, Türkeş’in de kalkıp namaz kıldığını, ellerini açıp dualar ettiğini gördüm.  Bizim tahliyemize yakın bir zamanda Perinçek ve arkadaşları da geldi.

? Erbakan ne zaman getirildi?

Erbakan’ her gördüğümde tabiri caizse aslanı kafese koymuşlar gibi hissederdim

Tabii bir zaman sonra Erbakan Hocayı ’da bizim kaldığımız tutukevine getirdiler. İlk başlarda sadece ifadeye götürülüp getirilirken ancak uzaktan görebiliyorduk. O sahneler hala gözümün önündedir. Bazen koğuşun penceresinden askeri araca bindirilişini indirilişini görürdük. Bazen de kaldığı odanın kapısındaki parmaklıklardan görebiliyorduk. Büyük bir üzüntü vesilesi olmuştu bizler için. Erbakan hocayı uzaktan her görüşümde tabiri caizse bir aslanı kafese koymuşlar gibi hissederdim.

? Tahliye olduktan sonra Zincidere cezaevi süreciniz vardı. Nasıl bir süreçti?

Bizim de canımıza okuyacaklar

Kirazlı Dere’den tahliye olduktan sonra, yanlış hatırlamıyorsam şubat ayının sonuna doğru, gecenin ikisinde bizim evin kapısı çalındı. İki tane sivil giyimli, silahlı adam kapıda duruyor. Biz polisiz dediler. Ben de mahkeme yeniden tutuklama kararı çıkardı zannettim. Hazırlanıp geleyim dedikten sonra önce Recai Kutan Bey’i aradım. Kimsenin gelip gelmediğini sordum. Yok cevabını aldıktan sonra Oğuzhan Bey’i aradım. İçişleri Eski Bakanı olduğu için acaba bu adamlar gerçekten polis mi değil mi? bir anlasak? dedim. Kısa bir süre sonra beni tekrar arayıp polis olduklarını söyledi. Anladım ki sadece benimle ilgili bir durum var. Önce Ankara Emniyet Müdürlüğüne götürdüler. Onun bir 6’ncı katı vardı, çok meşhurdur. Bütün solcuların, şunların bunların toplandığı yer. İçeri girdim, baktım, herkesin gözü bağlı. İsmi okunanı götürüyorlar. Sonra beni çağırdılar, dedim yandık! Bizim de canımıza okuyacaklar. Ama öyle olmadı. Emniyet Müdür yardımcısının odasına götürdüler. Orada bizim Hazım Oktay Başer’i gördüm. Daha sonra Müdür yardımcısı sizin burada işiniz yok, sizi Kayseri Emniyeti istiyor dedi.

Zincidere, Diyarbakır, Mamak ve Ulucanlar cezaevini aratmaz

Kayseri’ye geçtiğimiz zaman da bizi Zincidere Askeri cezaevine götürdüler. Namı olan bir yerdi, Çin işkenceleriyle, Filistin askılarıyla meşhur. Zincidere ’ye varınca bizi askere teslim ettiler. Hapishanenin kapısından adım atar atmaz arkamdan bir el uzandı gözlerimi bağladı. Benimle gelen bir polis memuru vardı. Sonra demiş ki “Temel Ağabey’i buradan bir an evvel çıkaramazsak hapı yuttu.” İçeriye girdik. Gözlerim bağlı beni bir odaya aldılar. İçeride kimin olduğunu bilmiyorum. Sonradan sorgu odası olduğunu öğrendim. Orada bir sürü sorular, hiçbir iddia yok ortada. Daha sonra Koridor gibi bir yere çıkardılar, uzaktan bir ezan sesi geliyordu. Önümden birinin geçtiğini anladığımda, beni demin ifademi alan kimse, onun yanına götürür müsün? dedim. Namazı kılabileceğim bir yeri sormak için içeriye götürüp gözümü açtılar. Bir de baktım ki vücuda elektrik vermede kullanılan manyetolu telefonlar, kovalar, sopalar, falakalar, çarmıh denen zincirli askılar. Tam bir işkencehane. Tabii Zincidere’yi herkes biliyor. Diyarbakır Cezaevini, Mamak’ı, Ulucanlar’ı aratmaz.

Oradakilerin hepsi işkence konusunda uzmandı

Mahkemeye çıkacağım kararını aldığımda mutlu oldum. Kerem Afşar diye bir Albay var. O sırada Kayseri Merkez Komutanı olan kişinin sınıf arkadaşıymış, araya girip süreci hızlandıralım diye ricada bulunmuş. Allah ondan razı olsun. Tabii mahkeme günü geldiğinde ben ve solcu bir genç birlikteydik. Çocuk bana abi diyerek, “İşkencenin en berbatı Çin işkencesi denen yöntem; kafayı kazıyorlar, sonra hep aynı noktaya su damlatıyorlar” gibi yaşadığı işkenceleri anlattı. Hakikaten de dayanılacak gibi değildi. Pek çok kişi yaşadığı işkenceleri anlatıyordu. Anlatılanlara göre tabii oradakilerin hepsi işkence konusunda uzmanlaşmış. Aradan 40 yıl geçmesine rağmen hala içim ürperiyor. Burasıyla alakalı son bir hatıram var. Zincedere’den çıkarken bir mafya babası bana “Ya Temel Bey kardeşim sana kalbim ısındı, sen iyi birine benziyorsun. Çıkınca beraber iş yapalım.” diyerek bana iş teklifinde bulundu. Güler misin ağlar mısın?

? Daha sonra hiç gittiniz mi?

Bina yıkıldı ama bıraktığı izler halen var

Yanlış hatırlamıyorsam 2019 yılında yıktılar. Binayı belki yıkıyorsunuz, yok ediyorsunuz ama insanın ruhunda bıraktığı tahribatı nasıl yok edeceksiniz? Yıkılmalı mıydı? Yoksa insanlık dramının yaşadığı bir yer olduğu için ibret olması için durmalı mıydı, bilmiyorum.

Demokrasi güçlü olursa darbelerin önüne geçilir

İnşallah bu millete bir daha 27 Mayıs’lar, 12 Eylül’ler, 28 Şubat’lar, 15 Temmuz’lar yaşatmasın.  Ancak bu zamana kadar girişilen darbelerden ders çıkarmak gerekiyor. Bunun için de yapılması gereken en temel şeylerden bir tanesi demokrasiyi daha da artırmaktır. Şeffaf olmaktır. Demokrasiyi güçlü tutmaktır. Adaleti tesis etmektir. Ekonomi iyileştirmek ve toplumsal barışı da daha artırmaktır. Bunları sağlarsak darbelerin bir daha gerçekleşmesinin de önüne geçmiş oluruz.