Türkiye’de kuraklık nedeniyle yaşanan susuzluk krizi her geçen gün kendini hissettiriyor. Yağışların azalmasıyla büyükşehirlerde kuraklıkla birlikte barajlarda yeterli suyun olmaması endişe yaratıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Çevre, Enerji ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ayşe Uyduranoğlu Türkiye’nin su fakiri olma yolunda ilerlediğine dikkat çekerek “Bu nedenle göç verir hale gelebilir” diye konuştu.

"İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından periyodik aralıklarla yayımlanan raporlardan biri, Türkiye’nin aşırı hava olayları bakımından Avrupa’nın en kırılgan ülkesi olduğunu söylüyor. Kırılganlığı iki farklı şekilde yorumlamamız mümkün. Birincisi, bu olayların şiddeti ve ortaya çıkma sıklığı. İkincisiyse aşırı hava olaylarına uyum için aldığımız önlemler." diyen Uyduranoğlu, "Biz ülke olarak, birincisinden bir hayli nasibimizi alacağız. Ama bu olaylara bağlı ortaya çıkabilecek hasarları asgariye indirmek gibi bir gayretimizin olmadığı ortada." ifadelerini kullandı.
Türkiye, halen kişi başına düşen 1519 m³’lük su miktarıyla ‘su sıkıntısı çeken‘ bir ülke. 2030’da kişi başına düşen su miktarı da 1120 m³’e düşecek.

Mesude Erşan'ın haberine göre, İklim değişikliğinin sonucu meydana gelen afetlere, verilere ve öngörülere bakınca iyimser olmak zor. Mesele “Binlerce kilometre uzaklıktaki buzulların erimesinden bize ne?” diyebileceğimiz kadar basit değil. Bu tüm dünyanın sorunu, etkilerinden hiçbir coğrafya parçası ve insan muaf değil. Türkiye daha şimdiden sonuçlarını yaşıyor. Seller, orman yangınları, kuraklık, susuzluk insan eliyle yaratılan iklim değişikliğinin yıkıcı etkileri.

Türkiye bu konuları ne kadar ciddiye alıyor? Regülasyonlara uymada ne kadar istekli? İklim değişikliği, çevre vergileri (özellikle karbon vergisi), emisyon ticareti, Avrupa Birliği iklim politikaları, sürdürülebilir enerji ve ulaşım politikaları konularında çalışan Uyduranoğlu’na sorduk.

Türkiye’nin iklim politikası var mı?

Türkiye’nin etkin ve çok kapsamlı bir iklim politikası olduğunu söyleyemem. Mülga (eski) Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 2011’de yayımlanan ve 2011-2023’ü kapsayan İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı var. Türkiye, plan hazırlandığı zaman herhangi bir emisyon azaltımını hedeflememişti. Daha sonra Paris Anlaşması’nın gereklerini yerine getirmek için Birleşmiş Milletler (BM) İklim Sekretaryası’na 2015’te sunduğu Ulusal Katkı Beyanı’nda 2020’den başlayarak 2030’a kadar baz patika senaryosuna (business as usual) göre, yüzde 21’e kadar bir azaltım yapacağını belirtmişti. 2022’de bu hedefi güncelleyerek yüzde 41’a çıkardı. Henüz bir karbon fiyatlandırma politikamız yok. Emisyon Ticaret Sistemi uygulanması için hazırlıklar var. Kahramanmaraş’taki depremler sonrası orman ve meraların imara açılması iklim politikamızın çok yetersiz olduğunun bir göstergesi.

Ormanlar, en önemli karbon yutakları ve dünyada orman yutaklarından elde edilen karbon kredileri, karbon ayak izini azaltmak ya da tamamen bertaraf etmek için gönüllü karbon borsasında alınıp, satılmakta. Örneği vermemin nedeni, bu uygulamanın önemli bir ticaret aracına dönüşmesinden ziyade, emisyon azaltımında ne kadar etkin olduğunu anlatabilmek. Politikacılarsa bu alanları imara açıyor. Size göre, Türkiye’de etkin bir iklim politikasından bahsetmek mümkün mü? Şehirlerde ulaşımda raylı sistemin payı düşük. Bu da etkin olmayan iklim politikasının bir başka örneği.

Bu alanı düzenleyen uluslararası sözleşmeleri imzalamada ve uygulamada istekli mi?

Uluslararası işbirliğine yeterince katkıda bulunmak istemeyişimiz, bu alandaki sözleşmeleri diğer birçok ülkeden daha geç onaylamamızla kendini belli etti. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS), Kyoto Protokolü ve Paris Anlaşması’nı ayak direyerek onaylayan bir ülkeyiz. Bir taraftan dünyanın en büyük 15-20 ekonomisi içinde yer almakla övüneceksiniz, diğer taraftan da uluslararası çabalara gücünüz ölçüsünde destek vermeyeceksiniz.


Susuzluk, kuraklıktan en çok etkilenecek coğrafyalardan biriyiz. Politikacılar bunun ne kadar farkında?
2021 yazında yaşadığımız orman yangınları ve seller ile geçen hafta Şanlıurfa ve Adıyaman’da yaşanan sel olayları, aşırı hava olaylarının Türkiye’de politikacılar tarafından ciddiye alınmadığını gösteriyor. 2017 temmuzunda İstanbul’da daha önce eşi benzeri görülmemiş bir dolu yağışı oldu. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından periyodik aralıklarla yayımlanan raporlardan biri, Türkiye’nin aşırı hava olayları bakımından Avrupa’nın en kırılgan ülkesi olduğunu söylüyor. Kırılganlığı iki farklı şekilde yorumlamamız mümkün. Birincisi, bu olayların şiddeti ve ortaya çıkma sıklığı. İkincisiyse aşırı hava olaylarına uyum için aldığımız önlemler. Biz ülke olarak, birincisinden bir hayli nasibimizi alacağız. Ama bu olaylara bağlı ortaya çıkabilecek hasarları asgariye indirmek gibi bir gayretimizin olmadığı ortada. Özellikle iktidarda olan partilerin (1999 yılındaki depremi düşünecek olursak aslında önceki iktidarlarda da aynı durum vardı. Risk algısı kültürü bu nedenle Türkiye’de oluşamadı) sadece iklim değişikliği değil ama genel anlamda risk algısında sıkıntıları olduğunu düşünüyorum.

Maden kazaları, seller, depremler sürekli olarak insan ve diğer canlıların yaşamına ve yaşam alanları çevreye zarar veriyor. Depremleri kimse önleyemez. Ama depremlerin can ve mal kaybına yol açması kesinlikle önlenebilir ve bunlar tamamen risk algısıyla alakalı. Selleri de önlemek mümkün olmayabilir. İklim değişikliğine yol açan sera gazı emisyonlarının azaltımı küresel çabayı gerekli kıldığı için, etkin bir küresel işbirliği sağlayamadan aşırı hava olaylarının önüne geçmek mümkün değil. Bu işbirliğinin mümkün olmaması ya da yetersiz kalması halinde, değişen iklime uyum çabaları önem kazanır. Bu da risk algısının gelişmesi ve benzer olağan dışı olayları risk olarak algılamakla alakalı. Hasarı asgariye indirmek etkin ve sellere duyarlı bir şehir planlamasıyla mümkün.

Önümüz seçim. Siyasi partiler bu meselelerle ilgili mi sizce?

Çevre sorunlarını gündeme getiren hatta tamamen bunları merkeze alarak kurulan siyasi partiler Türkiye’de de mevcut. Ama potansiyel oy oranları düşük maalesef. Oy potansiyeli yüksek partilerinse merkeze koydukları en önemli sorun diyemem. CHP’nin iktidar ortağı olması halinde yeşil bütçe gibi bazı planları var. Bu konuda da çok geç kaldık. Yeşil bütçe uzmanlık alanım olduğu için rahatlıkla söyleyebilirim ki çevre dostu davranışların benimsenip, geliştirilmesinde çok etkili olabilir. Avrupa Birliği (AB) üyelerinde bunun örnekleri mevcut. Daha birçok örnek verilebilir. Ama Türkiye’de çoktan çözülmesi gereken cinsiyet eşitliği, adil gelir dağılımı, sık sık tekrarlayan yüksek enflasyon oranları gibi başka sorunlar, çevre sorunlarının önüne geçiyor ve halk tarafından da çözülmesi gereken öncelikli sorunlar olarak algılanamamasına yol açıyor. Alakalı politikaların geliştirilmesini önlüyor ve geciktiriyor. Yılda bir ya da birkaç defa tekrarlayan orman yangınları, seller günlük hayatı daha çok etkileyen hayat pahalılığının gölgesinde kalıyor. Bunun sonucunda politikacılar da seçim manifestolarında seçmenler için öncelikli olarak çözülmesi gereken sorunlara daha fazla ağırlık veriyor.

Vatandaş ne yapabilir? Nasıl harekete geçirebilir?

Vatandaşın kötü de olsa tecrübe sahibi olması çok önemli. Kahramanmaraş’taki depremlerle ortaya çıkan can ve mal kaybına ait maddi zararlar, psikolojik sorunlar asla unutulmamalı. Ülkemizde incelemeler için bulunan Japon bilim insanları enkazları çok hızlı kaldırdığımızı, aslında bir taş tanesini bile müze haline getirmemizi belirtmişler. Tamamen katılıyorum. İbret-i alem için deriz ya. Sürekli hatalarımızla yüzleşerek hata yapmamayı, bu konuların ne kadar ciddi olduğunu unutmamayı öğrenmemiz lazım. Bunun en güzel örneği, Berlin’deki Yahudi Müzesi. Hataların somut bir şekilde ifade edilmesi lazım ki unutulmasın. Ve tabii arkasından yaşanan sel felaketi. Bütün bunlar vatandaşta ben kime oy vermeliyim ki benim refahımı ve geleceğimi düşünsün diye sormasını sağlayabilir. Bütün bu felaketler birer güvenlik sorunu ve güvenliği tesis etmek politikacıların, özellikle hükümetin en temel, en geleneksel görevlerinden biridir. Hükümet ile vatandaşlar arasında dayanağını Anayasa’dan alan bir sosyal sözleşme var. Her sözleşmede olduğu gibi bunda da her iki tarafın hakları ve sorumlulukları var. Vatandaş, Anayasa’ya göre vergi ödemek zorunda. Ama karşılığında da hükümetten hizmet bekler. En doğal hakkıdır. Vatandaş, ödediği verginin nereye harcandığını rahatlıkla sormalı. Hükümet, görevlerini yerine getirirken de kimseye lütufta bulunmadığını bilmeli ve ona göre davranmalı.

AB’den ‘vazgeçmemizin’ ilgili önlemleri almada rehavete girmemizde etkisi var mı sizce?

Ben, etkili olduğunu düşünüyorum. Örneğin, AB üyesi olsaydık bir tür karbon fiyatlandırma politikası olan emisyon ticaret sistemini daha önce uygulamamız gerekecekti. AB’ye üyeyseniz, bu zorunlu bir uygulama. Ya da Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın gereklerini sadece sınırda karbon vergisi ödemekten, ona göre bir düzenleme yapmaktan ibaret olmadığını bilip, diğer başka konularda da yeşil dönüşümün gerekleri üzerinde kafa yoracaktık. Diğer önemli bir husus ise, AB’nin diğer bütün direktifleri gibi çevre konusundakiler de bağlayıcı hukuki düzenlemeler. Bunun anlamı, üye ülkeler bütün bu direktiflerin gereklerini yerine getirmekle mükellef.

Emisyon azaltımları vs. gelişmiş ülkeler için kolay. Dünyayı sanayi devriminden beri kirletiyor ve kaynakları sömürüyor. Şimdi bu kirlilikte payı çok daha düşük, gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerden fedakarlık bekleniyor. Bu adil mi sizce?

Emisyon azaltımı, hiçbir ülke için çok kolay değil. Teknoloji, kurumsal yapı, yetişmiş uzman ve regülasyonları içeren çok kapsamlı bir çaba. Bugünden yarına hedefim bu kadar azaltım diyerek, o hedefi gerçekleştiremezsiniz. Azaltım hedefinden önce kapsamlı bir hazırlık yapmanız gerekir ve maliyetleri olan bir süreçtir. Ancak diğer taraftan bugün yapmadığınız azaltımı yarın daha fazla maliyetle yapmak zorunda kalırsınız. Paris Anlaşması, hiçbir ülkeye sen şu kadar azaltım yap demiyor. Ülkelerin gücü neyse, ona göre azaltım yapmaları bekleniyor. Burada sadece ekonomik güçten bahsetmiyorum. Alternatif enerji kaynaklarına sahip olmak gibi çok farklı bileşenleri dikkate almamız lazım. Unutmamamız gereken husus, gelişen ülkelerin son yıllarda çok hızlı artan bir emisyon trendine sahip olmaları. Kyoto Dönemi’nde bu ülkelere sorumluluk verilmedi. BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi de hakkaniyet ilkesine vurgu yaptı. Sözleşmede ifade ediliş şekli ‘ortak ama farklılaştırılmış sorumluluk’tu. Ancak geldiğimiz noktada herkesin gücüne göre azaltım sorumluluğu alması şart.

Sera gazı emisyonlarının azaltılması sanayinin, gelişmenin önünü kapatır mı?
Gelişme dediğimiz şeyin ne olduğuna karar vermek çok önemli. Gelişmeyi ben ekonomik büyümeden ziyade, kalkınma olarak yorumlamak isterim. Sera gazı emisyonlarının yol açtığı iklim değişikliğinin etkileri bana göre gelişmenin önünde engel, ekonomik gücün önünde engel. İklim değişikliği, insanlığın karşılaştığı en büyük risklerden biri. İklim riskine karşı önlem almamanın neden olacağı maliyetlere ilişkin tahmini hesaplar var. Dünya ekonomisinin yüzde 20-25’ine denk gelebilecek maliyetlerden bahsediliyor ki bu hesaplar bütün maliyetleri içermekte yetersiz. Riskleri ciddiye alan ve ona göre önlem alan ülkeler ekonomik açıdan güçlü olacak. Yine deprem örneğine dönersek, 80-85 milyar dolar bir zarardan bahsediyor ki hesaplamalar eksik. Enkazın neden olduğu kirlilik maliyetleri ve sağlık harcamaları bu hesaplara dahil değil bildiğim kadarıyla. Tabii enkaz kaldırma maliyetleri ve evlerde hurdaya çıkan eşyaların da dikkate alınması lazım.

Türkiye’nin 2022 yılında gayri safi yurtiçi hasılası (GSYİH), 905 küsur milyar dolar olarak hesaplandı. Bu demektir ki, GSYİH’nın yüzde 9’ı Kahramanmaraş depremleriyle kaybedildi. Sera gazı emisyonlarının azaltımı, gelişmenin önünde engel olmaktan ziyade gelişmeye destek verecek. İsveç bunun çok güzel bir örneğidir. İsveç, sera gazı emisyonlarını azaltmak amacıyla karbon vergisini uygulayan ilk ülkelerden biridir. Verginin uygulamaya konulduğu 1991’den 2018’e kadar İsveç ekonomisi kümülatif olarak yüzde 60 büyüdü ve karbon emisyonlarında yüzde 25 azalma kaydetti. Bu olumlu gelişmelerin en önemli nedeniyse, karbon vergisinden elde edilen gelirlerin yenilenebilir enerji kaynaklarının finansmanında kullanılması.

Karbon fiyatlandırma politikasının üzerinde çok duruyorsunuz. Bu neden önemli? Türkiye’de yeni termik santraller planlanırken, dizel araçlara yönelik önlemler vs. alınmıyorken nasıl olacak?

Karbon fiyatlandırma politikaları (karbon vergisi ve emisyon ticaret sistemi), dışsal maliyetleri içselleştirmek ve çevre dostu davranışları teşvik etmek için uygulanabilecek politikalar. Türkiye de ister istemez bu politikaları uygulamak zorunda kalacak. Özellikle AB’ye ihracatını sürdürmek istiyorsa. Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın gereklerinden biri, AB’ye ihracat yapan ülkelerde karbon fiyatlandırma politikası yoksa bunu AB sınırlarında düzenlemek, bir diğer deyişle sınırda karbon fiyatlandırmasına tabi kılmak. İklim değişikliğiyle mücadelede esas olan küresel karbon emisyonlarını azaltmak. Bunun başarılı olabilmesi için karbon kaçaklarının önüne geçmek gerekir.

Anlamı şu: Fosil yakıta dayanan üretimin karbon fiyatlandırma politikası uygulayan bir ülke ya da AB gibi bir grup ülkeden, bu politikaları uygulamayan ülkelere gitmesini engellemek. Avrupa Yeşil Mutabakatı, bütün çevre sorunlarını bir çatı altında toplayan ve önemli bir yapısal değişimi gerekli kılıyor. 2035’ten itibaren konvansiyonel yakıtla çalışan arabaların satışı yasaklanacak. Türkiye de bu yapısal değişimin ve yeşil dönüşümün bir parçası olmak zorunda.

Yerel odaklı ve ekolojik vatandaşlığı gündeme alan çalışmalara ihtiyacımız olduğunu söylüyorsunuz. Neden yerel odaklı olmak lazım?

Çevre sorunlarının çeşitlenerek artması merkezi planlamadan daha çok yerel planlamayı gerekli kılıyor. Tarım ürünlerinden örnek verecek olursam, bir yere ekeceğiniz tarım ürünlerini belirlerken toprağın, suyun ve bütün ekosistemin dikkate alınarak karar verilmesi ve çok detaylı bir planlama yapılması gerekir. Suyun bir kıt kaynak olması nedeniyle nerede kullanılırsa en fazla faydayı sağlar, bu bölgede tarımda sulamanın bu şekilde olması gerekir gibi araştırmalara çok fazla gereksinim var. Siyaset bilimciler ve tarihçiler, gelecekte siyaseti çevre hareketlerinin şekillendireceğini belirtiyorlar. Ben de katılıyorum. Ekolojik vatandaşlık, sadece geleneksel kamu hizmetleri talep eden değil, aynı zamanda kaliteli bir çevrede yaşamayı, biyolojik çeşitliliğin korunmasını, su kaynaklarının adil dağılımını, temiz havayı talep eden seçmenlerdir. Şimdi değilse bile Türkiye’de de bu konulara önem veren partiler gücü elde edecek.

‘Su hakkı’ ne demek?
Belli ki su giderek büyüyen bir sorun. Su hakkı üzerinde de çok çalışıyorsunuz. ‘Su hakkı’ ne demek? Gelecekte su savaşları olacak deniyor. Bu ne kadar haklı bir öngörü?

Bana göre su hakkı, herkesin gereksinim duyduğu suya sağlıklı bir şekilde erişebilmesi. Ama kesinlikle bedelsiz bir biçimde diyemem. Suyun bedelsiz dağıtımı, suyun tasarruflu ve etkin bir şekilde kullanılmasını önleyebilir. Daha fazla suyun kullanımı, daha fazla atık su demek. Atık suların yeniden içme suyu haline getirilebilmesi maliyetli bir işlem. Suyun bedelsiz olmasına sonuna kadar karşıyım. Bedelsiz su, bilinçsizce daha fazla kullanılması ve daha fazla atık suyun ekonomiye kazandırılması için daha fazla maliyete neden olması demek.

Düşük gelir gruplarına daha düşük bedelle suyun verilmesi gerekir. Yüksek gelir gruplarında ise yüksek bedel çok etkin olmayabilir. Bu nedenle suyun çok kıt bir kaynak olduğu, hiçbir şey ile ikame edilemeyeceği konusunda farkındalığın toplumda sağlanması gerekir. Bir konuya daha değinmek isterim. Bir yerin su sorununu çözmek için başka yerden su nakletmek, suyu naklettiğiniz yerdeki insanlar dahil bütün canlılara haksızlık etmektir. Ve tabii sudan elektrik üretilmesi de başlı başına sorun.

Suriyelilerin Türkiye göçünde susuzluğun da etkisi olduğunu düşünüyorsunuz. Önlem alınmazsa Türkiye’den de bu nedenle göçler olabilir mi?
Daha önce de belirttiğim gibi, Türkiye aşırı hava olayları açısından Avrupa’nın en kırılgan ülkesi. Bu soruna bir de su güvensizliği eklenirse, Türkiye de göç veren ülke haline gelebilir. Türkiye, sanılanın aksine su zengini bir ülke değil. Ülkeler kişi başına düşen yıllık su miktarına göre sınıflandırıldığında, kişi başına düşen ortalama kullanılabilir su miktarı 1.000 m3’ten az olan ülkeler su fakiri olan ülkeler arasında yer alır. Türkiye, hâlen kişi başına düşen 1.519 m³’lük su miktarı ile ‘su sıkıntısı çeken‘ bir ülke sınıflandırmasına dahil.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Türkiye nüfusunun 2030 yılında 100 milyona ulaşacağını öngörüyor Bu durumda, kişi başına düşen su miktarı da 1.120 m³’e düşecek. Diğer bir deyişle, artan nüfusu, gelişen ekonomisi ve büyüyen kentleriyle Türkiye, ‘su fakiri‘ olma yolunda ilerliyor. Suyun günlük hayattaki rolünü, tarımsal ve sanayi ürünleri üretiminde ikame edilemez bir girdi olduğunu düşündüğümüzde Türkiye’nin göç verir hale gelmesini beklemek yanlış olmaz.