Akşeker, Türk mimarisinden ziyade, "Türk evi" ifadesini kullanan mimar ve sanat tarihçilerinin olduğunu dile getirerek, Türk mimarisi kavramının, akademik dünya için tartışmalı bir mesele olarak kabul edildiğini vurguladı.

Türk evi ile anılan sofa, oda ve eyvan gibi bölümlerle buna benzer yapım tekniklerinin geçmiş uygarlıklarda da bulunduğuna dikkati çeken Akşeker, şunları kaydetti:

"Dış sofa, Hitit hilani tipli binalarda ve Yunan megaron tipi evlerde de var. Türkler, kendilerinden önce Anadolu'da yaşamış Hitit, Helen, Frig, Bizans gibi uygarlıkların geride bıraktığı eserlerden pek çok öge almıştır. Yalıtık bir kültür olamayacağı gerçeği göz önüne alındığında, aslında ne Türk ne de bir başka millete ait özgün bir mimariden bahsetmek mümkün değildir. Her millet, aynı coğrafyada kendinden önce yaşamış milletlerden etkilenmiştir. Bununla birlikte Türklerin zamanla yaptığı evlere kendi rengini verdiği söylenebilir. Ben ayakta kalmış örnekleri gezdiğimde bu rengi, bu kokuyu hissediyorum, 'Bunu bizimkiler yapmış.' diyorum. Günümüze gelince daha net konuşabilirim; Çağdaş Türk mimarlığı yoktur. Az sayıda başarılı mimari örnekleri dışarıda tutarsak ülkemizde genel anlamda mimarlık da yoktur. Sadece inşaatlar vardır."

Mimar Semih Akseker Dogay 424 2 41

"Genel mimarlık ortamı adeta bir çöl"

Mimar Semih Akşeker, 1950'lere kadar Türkiye'de sivil ve kamusal mimari seviyenin belli bir düzeyde ve tatminkar bir boyutta olduğunu sözlerine ekleyerek, "1940'lı yıllara kadar Anadolu'nun herhangi bir kasabasında gayet güzel eserler inşa edilebiliyordu. 1955 yılında kat mülkiyeti yasası ve ona bağlı yap-satçı yapım sisteminin ortaya çıkmasıyla mimarlık ortamı kan kaybetmeye başladı. Bugün bunca imkan ve gelişmiş inşaat sektörüne rağmen ülkenin mimarlık seviyesi diplerde. Tekil başarılı örnekleri bir kenarda tutarsak, genel mimarlık ortamı adeta bir çöl, kupkuru ve bunaltıcı." diye konuştu.

Eski Yunan filozoflarından Epikuros’un insani etkinlikleri, "hem doğal hem zorunlu", "doğal ama zorunlu olmayan" ve "ne doğal ne zorunlu" olmak üzere 3 kategoride sınıflandırdığını kaydeden Akşeker, buna göre mimarinin doğal ama zorunlu olmayan kategoride ele alınabileceğinin altını çizdi.

Akşeker, mimarinin ortaya çıkış sürecine de değinerek, şu bilgileri verdi:

"Yapı yapmazsak ölmeyiz ama yine de yaparız. Korku, güvenlik veya bir başka gerekçe ile yine ev yaparız. Oysa evsiz, binasız yaşamak mümkündür. İlk insanların yüzbinlerce yıl ev yapmadan mağaralarda yaşamaları bunun bir göstergesidir. Fakat bir kez ev yapmayı başaran insan için süreç artık geriye döndürülemez bir hal almıştır. İnsan ve mimarlık ilişkisinde pek dile getirilmeyen varoluşsal bir problem alanı vardır. Bir ev, bina ancak doğadan çalınarak yapılır. Her bina bir doğa yitimidir. Bizler ya bitkilerin yaşam alanlarını ya hayvanların beslenme ve yayılma alanlarını yok ederek bina yaparız. Şu an içinde oturduğumuz ev, okuduğumuz okul, tedavi olduğumuz hastane bir zamanlar ya hayvanların otlağıydı ya ağaçların serpildiği bir ormandı. İçimize sindirmesi zor da olsa mimarlık faaliyetinin doğa yıkımı olduğunu kabul etmek durumundayız. Dünyada evini yaparken başka canlıların evini, yuvasını yıkan tek canlı türü insan. Dünya üzerinde en yayılmacı, en istilacı varlık yine insan. Kimi okurlar benim romantik bir doğa sever olduğumu düşünse de öyle değilim. Sadece gerçekçiyim."

Mevcut sistemin sürdürülebilir olmadığının altını çizen Şeker, "Söylemeye çalıştığım temel nokta, böyle devam ettiğimiz sürece kendi türümüzün sonunu getireceğiz. Dünyada yüzbinlerce canlı türünün soyu tükendi. Aynı tükenme tehlikesi insan türü için de söz konusu. Türümüzün devamı için, nüfus artışı ve mimarlık yapma biçimi dahil olmak üzere, her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmeliyiz. Çare ya da çözüm meselelerine geçmeden önce, herkesin bu acı gerçeğin farkına varması gerekiyor." değerlendirmesinde bulundu.

Mesleğine aşık oyuncu Ferdi Merter Fosforoğlu vefatının 6. yılında anılıyor Mesleğine aşık oyuncu Ferdi Merter Fosforoğlu vefatının 6. yılında anılıyor

"Dayanıklı çağdaş bir ev modeli geliştirebilmiş değiliz"

Semih Akşeker, kalıcılığın, mimari bir eserin sahip olması gereken zorunlu unsurlardan birisi olmadığını, dikkat edilmesi gereken asıl önemli unsurun değişim, kalıcılığın ise değişimin önündeki temel engel olduğunu söyledi.

Depreme dayanaklı bir yapı üretmeyen herhangi bir ülkenin hem dünyada söz sahibi olamayacağını hem ayakta kalma ihtimalinin olmadığını kaydeden Akşeker, sözlerini şöyle sürdürdü:

"1509'daki büyük İstanbul depreminde binlerce bina yıkılınca Hassa Mimarlar Ocağı soruna çözüm getirmek amacıyla, ahşap evlerde yatay yüklere karşı köşelerde çapraz zorunluluğu getirmiş, bu yeni teknik sayesinde sonraki depremlerde yıkımlar bir hayli azalmıştır. Aynı şekilde yıkılan kubbeli camiler için de tedbirler düşünülmüş, mesela kubbenin duvara oturduğu ilk sıraya demir kasnak öngörülmüş, bu yeni tekniğin de sonraki depremlerde faydası kanıtlanmıştır. Maalesef 500 yıl önce başarılan işi, biz bugün beceremiyoruz. Her depremde büyük yıkımlar ve can kayıpları yaşamamıza rağmen hala dayanıklı çağdaş bir ev modeli geliştirebilmiş değiliz. Bir sürü sivil toplum kuruluşu, oda, afet birimi, 200 küsur üniversite, binlerce doktora tezi, bunca bilgi birikimi, yetişmiş insan kaynağı var fakat işe yaramıyor. Deprem sonrası için afet ve yardımlaşma birimleri kuran bir devletin depreme dayanıklı ev üzerine çalışan bir birim kurmaması akıl alır gibi değil."

Türkiye’deki mimarlık faaliyetine ilişkin farklı beklentilere değinen Akşeker, taraflar arasında uzlaşı yokluğuna dikkati çekerek, "Prof. Dr. Gülru Necipoğlu 'Sinan Çağı' kitabında, Osmanlı Dönemi mimari başarısını devlet, halk ve mimarlar arasında üçlü bir uzlaşma ile açıklamaya çalışır. Bugün her üç tarafın mimarlıktan beklentisi farklı olduğu için mimarlık ürünleri başarılı tekil örneklerle sınırlı kalıyor, tüm kamuya mal olamıyor. Bize gerekli olan böylesi bir ulusal uzlaşıdır. Bu uzlaşı, bir çekirdek entelektüel kadro öncülüğüyle gerçekleştirilebilir. Ülkemizde mimari ve şehirlerin geleceği ile ilgili kararları almak üzere saygın entelektüel isimler ve kültür-sanat adamlarının dahil olduğu bir üst kurul oluşturulabilir. Öte yandan mimari ve şehirlerle ilgili karar verme yetkisi belediyelerin elinden alınmalıdır. Avrupa’da bazı şehirlerde belediyeler sadece çöp ve bakım hizmetleri ile ilgileniyor. Şehirle ilgili temel kararlar, her şehirde yetkili kültür ve sanat kurullarına bırakılabilir." dedi.

Akşeker, modern zamanların heterojen bir karaktere sahip olduğunu ve halklar arasında ekonomik, siyasi ve itikadi büyük farklar ortaya çıktığını söyleyerek, şunları aktardı:

"Yoğun iç ve dış göçler, farklı kültür dünyalarına ait insanları bir arada yaşamaya zorluyor. Bu heterojen yapı, şehre çarpık yapılaşma ve karmaşa şeklinde yansıyor. Bugün çarpık şehirleşme diye nitelediğimiz durum, aslında modern çağın ruhu ile alakalı gibi görünüyor. Sanayileşme, aşırı nüfus artışı ve arsa rantının olduğu bir dünyada nitelikli, ahenkli, güzel şehirler inşa etmek ne derece mümkün? Şikago, Tokyo, Meksika, İstanbul gibi sürekli göç alarak büyüyen yerlerde çarpık şehirleşme nasıl önlenebilir? Evet, bugün hemen her şehirde hala nitelikli iyi mimari örnekler inşa ediliyor ama bu tekil örnekler lokal olarak kalıyor, bütün bir şehre yansımıyor. Bana öyle geliyor ki modern şehirler hiçbir zaman geleneksel şehirlerin bütünlüklü güzelliğine erişemeyecek. Gerek Orta Çağ Avrupa gerek Orta Çağ Doğu şehirleri eşsiz güzellikleriyle tarihte yerini aldı ve geride kaldı. Bir düzen ve istikrar arayışı yerine çarpıklık ve karmaşayı kabul edip öyle yaşamak da mümkün."

Zorunlu olmadıkça bina yapılmaması önerisinde bulunan Akşeker, "Yılın birkaç ayı kullanılan yazlık evler yapmayı bırakalım. İnşaat yaparken doğaya minimum müdahale edelim. Hafriyatsız bir dünya düşlüyorum, tüm kepçe ve iş makinelerini geri toplayıp eritelim. Ev yaparken hiçbir canlıyı yerinden etmeyelim. Betonarme yerine, geri dönüştürülebilir malzeme kullanalım." ifadelerini kullandı."