Yazar İsmet Özel, İstiklal Marşı Derneği'ne "Tarihi katletmek" başlıklı yazı kaleme aldı. Önemli noktalara değinen Özel'in kaleme aldığı yazının tamamı şu şekilde;

Tarih nasıl doğdu? İnsanlar niçin geçmişte neler olup bittiğine vakıf olmak istedi? Bu suallerin tatmin edici cevabını bulamayacaksınız. Çünkü hiç kimse size tarih yazımına bencilliğe dayanak sağlamak gayesiyle başlandığını söylemeyecektir. Sözün gelişi, Osmanlılar vakaların kayıt altına alınması hevesine ne zaman kapıldılar? İstanbul’un fethedilmesinden sonra mı? Hayır. O vakıa klasik Osmanlı millet düzeninin başlamasına sebep olmuştur. En yukarıda seyfiye, kalemiye, ilmiye olarak üçe bölünmüş devlet sınıfları vardı. Geride reaya yani riayet edenler bulunuyordu. Osmanlı yetkesine boyun eğenlerin en üstünde “beraya” yani devlete kelle vergisi vermekten berî olan Müslümanlar bulunuyordu. Müslümanların kendi dinlerince sahip oldukları imtiyazları vardı: Bir mesafeyi at üstünde kat etme hakkı Müslümanlara mahsustu. Gayri-Müslimler katır ve merkeple iktifa etmek mecburiyetindeydiler. Ortodokslar Müslümanların hemen altına yerleşmişlerdi. Onları da hiyerarşik olarak Ermeniler ve Yahudiler takip ediyordu. Avrupalıların baskısı altında okunan Tanzimat fermanına ilk itiraz edenlerin İstanbullu Rumlar olduğu söylenir. Güya Rumlar parmaklarıyla Yahudileri göstererek: “Şimdi biz bunlarla eşit mi olduk?” sualini sormuşlardır.    

Osmanlıların hangi geçmişten geldikleri sualinin cevabı büyük İstanbul depremi sonrasında aranmıştır. Büyük İstanbul depremi II. Beyazıt saltanatı sırasında vuku buldu. Deprem surların bir kısmını da yıkmak suretiyle büyük tahribata sebep oldu. Aynı büyüklükte bir İstanbul depremi Justinianus devrinde vuku bulmuş. Osmanlılar vakıaya Bizanslıların da aynı ibareyi kullandıklarını bilmeksizin “küçük kıyamet” demişler. Osmanlılar üç ay içinde taşradan emekçi de devşirerek surların bir kısmı da dâhil olmak üzere şehri yeniden imar ettiler. Osmanlılar bu başarılarıyla o derecede övünç duydular ki onlara şanlı bir tarih gerekiyordu. Şanlı tarihi her nedense gaza ruhunda aramadılar. Onun yerine bugün de birçok kimsenin inandığı Osmanlıların kimler olduklarına dair bir mesel uydurdular. Osmanlıların ilk prensi Ataman değil, II. Beyazıt devri Sünniliğinin gereği Osman oldu. Yani tarih uydurma bahsinde Türklerin diğer milletlerden pek farkı yoktur.

Bugün her duyarlı kişinin başını ağrıtan, yüreğini sızlatan şey tarihin tepeden tırnağa uydurulmuş olması değil, tarihin katledilmesidir. Tarihin bütün disiplinler gibi insan yapısı olduğunu hatırdan çıkarmamak lâzım. Her millet hayat damarının kendi tarihi olduğunu bilir. Her millet tarihinde emniyet hissi ister. Bu hissin hatırına nice acı reçete yalamadan yutulmuştur. Cumhuriyetin ilânı ve bu ilânı takip eden inkılâplar Türkler için bir yeni hayat demekti. Yeni hayatın dayanağı asayişten başka bir şey değildi. Milâdın 1928inci yılında resmen Latin alfabesi kabul edildi. Kimse bu değişikliğin devamlı olacağını düşünmüyordu. “Münevverler” 40’lı yıllarda kendi aralarında Türk yazsına dönüş tecrübesi yaşadı. Cumhuriyet idaresi eğitimi ilk, orta ve yüksek eğitim olarak ciddiye aldı. Dikkatler eğitimin müfredatına dönük değildi. Biri Ankara’da, diğeri İstanbul’da olmak üzere sadece iki üniversitemiz vardı. Lise mezunları askerliklerini yedek subay rütbesiyle yapabildiklerinden Türk halkı üniversite öğrencisi olmayı lüks görüyordu. Türkiye’nin bu yeni düzeni 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen askeri darbeyle tepeden tırnağa değişti. Askerler lise mezunlarının elinden yedek subaylık hakkını aldı.

Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 Mayıs’ın kasıtlı olarak değiştirmediği şey neydi? Bunun adının III. Selim saltanatı sırasında başlayan ve her safhada derinleşen şey olduğunu söyleyebiliriz: Batılılaşma. Bu vakıaya Batı’da devrimci düşüncenin bulduğu isim “kendi kendini müstemlekeleştirme” (oto-kolonizasyon)dir. Bu adlandırma meraka değer birçok şeye aydınlık getiriyor olsa da ülkemizde hak ettiği çalışmaları üretmedi. Tıpkı benim yıllar yılı Avrupa’nın “ötekisi” Türklerdir deyişimin Türk zihniyetini harekete geçirmeyişi gibi. Her ciddi çalışma gibi bilgilenmenin de bir elifbası var: İlk öğreneceğimiz şey dünyada en büyük sermayenin denetiminde bir düzenin var olduğudur. En büyük sermaye her öngörüsünde isabet kaydetmese de kontrol işlevini hiç gevşetmiyor. Meselâ, I. Cihan Harbi’nin duruma hâkim olanların en fazla altı ayını alacağını öngördüğü halde Büyük Savaş dört yıl devam etmişti.

CHP'den Ekrem İmamoğlu protestosu: Millet yerine karar vermek darbedir CHP'den Ekrem İmamoğlu protestosu: Millet yerine karar vermek darbedir

I. Cihan Harbi Hıristiyanların 1918inci yılında sona erdi. Bu yıl Türklerin İstiklâl Harbi’ni başlattıkları yıldır. Türkler istiklâlden ne anlıyorlardı? Anladıklarını iki yıl sonra bir Misâk-ı Millî metni yazarak ve bu metnin gerçekleşeceğine son Meclis-i Mebusan ’ın yemin etmesiyle ilgili olan herkese ilân ettiler. Ne oldu? Cumhuriyet idaresi Misâk-ı Millî ’den en çok taviz verenlere emanet edildi. İnkılaplar emanetin belgesi sayıldı. Yüz yılı aşkın bir zamandır Türk milletinin kan tükürdüğü halde kızılcık şerbeti içtim deyişi şerefinden hiçbir şey eksiltmedi. Son günler yeni bir merhalenin haberini veriyor. Artık görüntü olarak Batı tarafından sırtı sıvazlanan bir ülke suretini terk ediyoruz. Yeni görüntümüz yerli ve millî gücüne güvenen bir ülke görüntüsüdür. Yerli ve millî gücüne güvenen Türkiye Cumhuriyeti iddialarını İsrail’le savaşa kadar ilerletecek midir? Bunun gerçekçi bir sual olduğunu sanmıyorum. Katledilmiş bir Türk tarihi sayesinde aralarında Orta-Doğu’yu paylaşan bir Türk-İsrail gücünün doğması kimse için şaşırtıcı olmamalı.

İsmet Özel, 19 Ramazan 1446 (19 Mart 2025)